18 Aralık 2009 Cuma

SAYI 5




O kadar çok makus gemi var ki ardımızda, hiçbir zaman, belki hiç yıkılmamış, derin değil de ılık sularda, fakat hiç mevcut bulunamamış güvertelerinin saçaklarından bir bir düşen tilkileri açık bir kanıt olmaksızın; çürümüş veya olacak şeyi anlamak, kestirmek; yalnız hissedememek; miskin, soysuz yolcularıyla kendilerine korkak; hani ölgün, o kişilere mahsus rezilce büyüklenmelerle mahcup… ziyadesiyle gururdan içleri ifadesiz, ancak daima maharet kazandırarak ilerleyen işaretsizlikleriyle şu zihinlere ağır fakat gene de hissizce yazdırılan ve beyhude yere gayret ettirilen bu yavan debelenmelerle sanki; hiç yokmuşçasına yazdırılırken tarih, niçin o büyüklerin(!) hep mağrur, güzide(!) rüyaları okutulur.

HOBO’NUN SON GÜNLERİ: DURUN NEFESİ NORMALE DÖNDÜ

burası tam olarak giderayak "şu mektupları da bırakayım" diye düşündüğüm yer. şu yaştan sonra anneme babama karıma mektup yazdım ya, helal bana. çok duygusal şeyler yazdım gibi, yazım da kötü, pek duygusal gelmeyebilir. biçim de önemli tabii. şekil de önemli. karımın şekli de önemliydi, gençken. güzel bir kadındı. güzeldi evet, başka da bir şeyi de yoktu. zaten hiçbir şeyi olmayan insanlar arasında, diğerlerine nazaran bir şeyi olan insanları seçmeye meyilliyiz. "en azından güzel". bu bile mutlu edebiliyor insanı, yani beni. mektuplara başlarken çok sıkıntılıydım, yazacak bir şey yok gibiydi. çok ince düşünülmüş bir şeyler yazamayacağımdan korktum durdum, zaten yazamadım da. onları duygulandıracak, kaygılandıracak, üzecek bir şeyler yazamadım. ama yazdım. iyi ettim. mektupları bitirdikten sonra iyi ettiğimi düşündüm. ferahladım.

bir tek soruya cevap verdim. o soru sorulmamıştı ama ben cevap verdim. sorulmazdı da, kapatılırdı bu meseleler. bu meseleler derken? aslında meseleler yok, tek bir mesele var. mevzu. mevzu deyince de lisedeki arkadaşlarım aklıma geliyor, mevzu evet. tek bir mesele vardı, tek bir soru var şimdi. bunca zaman bir tek mesele üzerine düşündüm, sinsice, korkakça, bazen deli gibi, bazen de işinde gücünde bir adam gibi. mektupla duyurdum onlara, mektuplara insanların hala saygısı var. hala ciddiye alınan bir şey, ben de ciddiye alınmak istiyorum. konuşsam o kadar ciddiye alınmam, itirazlar yükselir, saçmalıyorsun denir. bir şeyler denir elbet, bastırılırım hemencecik. mektubu iyi akıl ettim ha. insanları savunmasız yakalamak gibi, mektup da öyle bir şey. bıraktım kaçtım. onlar düşünsün artık. ben özgürüm artık, ben kendimi anlatarak özgürleştim. rahatladım yahu, artık içimde duranlar öylece durmuyor, onları ifşa ettim. kimse bana "neden böyle düşünüyorsun?" diyemeyecek.

onlara kalıyorum dedim. bir yere gitmiyorum, bu güne kadar bana git demediniz, kal da demediniz. kaldığımı vurgulamak istedim. bir yere gitmiyorum'u iyice vurguladım. diyecekler ki "sana git diyen mi oldu?". kal diyen de olmadı. n'aber? beni bunca zaman içinizden biri olarak gördünüz, her gün her saniye yanımdaydınız, hiçbir çıkıntılık yaptığımı görmediniz. gitmem için, git demeniz için de bir sebep vermedim size, ne yazık. kalıyorum, kalmak için bir sebebim var; size bana git demeniz için bir şans vereceğim. işte gerçek yüzümü gösteriyorum size, korkun benden. (benden mi korkacaklar, laf) kendimle beraber kalıyorum dedim onlara, ne saçma bir laf, ama o kadar zaman düşündükten sonra yazayım bari dedim. şimdi eve gitmeye korkuyorum, karım beni nasıl karşılayacak acaba. sabahtan beri bu iğrenç yerde, gazete kitap okuyorum, kahve içiyorum. midem kötüleşti, başım da ağrıyor. bu ağrılar daha da artacak biliyorum, bu mektupların hesabını soracaklar bana. iyi delirdim ama. 7 yıllık eşime, kendimce bir ayar çekmiştim. şimdi eğer okuma yazmayı unutmadıysa ya da mektup zamanında eline geçtiyse, okuduysa okuduğunu anladıysa (şaka sanarmış), cevaplarımı tekrar gözden geçirmeliyim.

hem neden hala bazı kurallara uyuyorum ki? biraz daha dışarda gezebilirim, geç gidebilirim eve. orda burda aval aval dolaşabilirim. şu ana kadar yapmadım diye şimdi de yapmayacağım? gizli yasalar beni hala etkisi altında mı tutuyor? gitmiyorum eve. korktuğumdan değil, korkumu ertelemek için değil; gitmiyorum işte, bir sebebi de yok. bir sebebi olması mı lazım illa ki? (kalmak için neden bir sebep belirttim öyleyse?) eski arkadaşlarımı arayayım, sesimde bir gücenme, bir çekingenlik olmamalı. onca zaman aramadım diye şimdi de mi aramayayım? ararım, yüzsüzlük ederim, bana eşlik etmelerini söylerim. çok mu zor? çok zor aslında, insanlar böyle böyle birbirlerinden ayrı düşmüyorlar mı? evet aynen böyle oluyor (kimi arayayım ki). işe bugün hiç uğramadım, daha önce uğradıklarıma, orda olduğumu önemsemediklerine saysınlar, yokluğumu biliyorlar, varlığımı da bilselerdi ya (bilemezler çünkü ben bir vazo kadar orda alışılmış bir eşyadan ibarettim). haydi bakalım. gitmekle kalmak arasında 'kaldım'. gerçek kalmak olmasın sakın bu? haha, işte artık eskisi gibi kelimeleri oynatabiliyorum. kendi kendime deli deli konuşuyorum. bastırdığım iç sesimi özlemişim, ne güzel de dile geldi konuşuyor. hah üniversite arkadaşlarımdan birini arayayım, hmm bununla çok samimiydik (o halde neden görüşmüyoruz hala). karısı açtı telefonu, karısını tanımıyorum, düğünlerine gitmedim, gitseymişim keşke. bak şimdi işin düşüyor, iş mi bu? kendimi tanıtmam isteniyor, güzel tanıtırız. ben üniversiteden arkadaşıyım, evet böyle dersem çok nostaljik ve duygulu olur. nasıl biri olduğumu falan merak eder. beyfendi telefona gelmek için tören mi düzenliyor nedir? bak işte ne olacak, kimmiş ne istiyormuşu bir kerecik olsun düşünme. sesimi aldı, hadi oyun oynayalım, "beni çıkartabildin mi" oyunu. hatırlamaz bu. uzatmayayım, adımı söyleyeyim bitsin. söyledim işte. geç bu muhabbetleri geç, sana şimdi üniversite anılarından, şundan bundan bahsedemem. çok uzatıyor bu adam, eskiden de böyleydi. görüşelim diyecektim (ben sadede gelmeyi sevmiyorum, ama geldim). bugün olmaz derse, bu adamı bir daha aramam. yakınlarda olduğumu söyledim, kaldırsın kıçını da çıksın dışarı. çıkacakmış. evet, işte hala ikna kabiliyetim iyi.

eve dönmeme bahanem hazır. eski püskü yağ torbası bir arkadaşla karşılaştık diyeceğim, yalan söyleyeceğim, ama doğru. karşılaşmayı ben bizzat ayarlasam da, karşılaştık diyeceğim ve heyecan katacağım. heyecan iyidir. iyi de bu adamla ne yapacağız şimdi? "takılırız işte". gençliğe özendirici bir deyim. konuşacak çok şeyimiz de olabilir. hafıza yoklaması yaparız. zaman geçer işte. geçiyor işte. beni gördüğüne, benim tarafımdan hatırlandığına o kadar da sevinmedi, oysa samimiydik? hala çok konuşuyor. olgunluk buna gelmemiş, daha yolu var bunun. önemsiz olaylardan nasıl da heyecanla bahsediyor, kızlarla da bu yüzden muhabbeti iyiydi. herkesle muhabbeti iyiydi aslında (benle bile konuşabildiğine göre). karımı özledim ben, bu adamın yüzünden. o pek fazla konuşmaz, karım yani pek konuştuğu görülmemiştir (benimle tabii). evet sonunda, sonunda! bu işkence bitti. onu eve yolluyorum, gidecek. gitmesini bizzat ben söyledim. iyi söyledim ha. kovdum resmen. sıkıldım senden dedim. kalmasına katlanamıyorum bari, gitmesi için bir bahanesi olsun. ters ters bakıyor bana. gidecek ama esaslı bir laf söyleyecek sanırım. dur bakalım ne diyecek? "hala adam olamamışsın" diyor. aferin, adamlığıma vur. ordan iyi vurulur çünkü (sen de hala aynı moronsun, hah hah ha).

eve gideyim bari. bugün yeterince heyecan yaşadım. evde bu heyecana devam edeyim. çok eğleniyorum. mektupları yazarken de yerli yersiz bir kaç kere gülmüştüm, kalbim de hızlı hızlı atmıştı, midemde sancılar falan da oldu. çünkü ben şu ana kadar kimseye karşı gelmedm, yüzlerine karşı belli lafları seri bir şekilde söyleyemedim. hep anlayışlı, alttan alan, uyumlu, mülayim (bu kelime bana yakışmıyor ama neyse) biri oldum. haliyle beni pek sevdiler önce, şimdi de önemsemiyorlar. benden bir zarar gelmeyeceğini biliyorlar. zararsızım diye değil mi tüm bunlar? korkun benden artık zararsız değilim, dünyayı dar edeceğim size (nasıl yapacağım bunu?). sözümü sakınmayacağım, her şeye tamam, her şeye evet demeyeceğim (ilelebet muhalif gibi oldum iyi mi). hem kaç şeyde benim fikrim alınıyor ki zaten? alışverişe çıkalım mı? hayır desem ne olacak, aç kalırız (demek ki alışverişe çıkalım mı diye sorulduğunda evet demeliyim). annemlere gidelim mi? sinemaya gidelim mi? perdeleri asar mısın? sevişelim mi? (evet buna hayır diyebilirim, arada sırada o hayır diyebiliyor). dur sen telaşlanma hemen, biraz aksi biri olayım. ortalık şenlenir, daha çok konuda görüşüme başvurulur elbet. tabii, aksi biri olursam olur bunlar. kavga bile edebiliriz belki (hiç kavga etmedik, mükemmel!).

kapıyı kilitlememiş. hala uyanık mıdır acaba? neyse, uyanık uykulu farketmez. eve gireyim uyanır hemen (seni yalancı uyuyorum numarası ha). evet, kanepede oturuyor. elindeki mektubu sinirli sinirli tersine düzüne okuyor. iyi sinir yapmış, aferin ona. bakalım o suskunluğu devam edecek mi? gel üstüme gel. hadi bakalım. beni görmezden geliyor (kördür belki). kanalı değiştirdi, başka bir şey izleyecek, televizyonu kapatmayacak sanırım. televizyon kapanmıyorsa, tartışmayacağız demek ki. hmm. ben kendim kapatsam? kapatayım evet. işte kapattım (tepki veriyor, dudaklarında bir laf var). ne diyecek merak ediyorum? çok heyecanlandım. ne duyamadım? ne? ciddi olamazsın? tekrar söyler misin, öyle mızmız konuşma ya, hadi söyle. "ben de kalıyorum!".

Aha bittim ben.

ESKİ BİR ADAMIN YENİ GÜNLÜĞÜ SAYFA 1



Asit YağmurlarıÖnceki gün okuldan çıktığımızda hava kapalıydı. Arkadaşıma bakılırsa "yağmur tehlikesi" vardı. Yağmuru, çok büyük sel felaketleri yaratmadıkça, asla bir tehlike, bir sorun olarak görmediğimden hatta insanların biteviye kirlettiği bir küreyi temizleme görevi gördüğünü düşünerek ona karşı sempati bile beslediğim söylenebilir. Yağmurun nasıl bir tehlikesinin olabileceğini sordum arkadaşıma, ıslanmaktan falan bahsetti. Bu yağmurdan ıslanmanın tehlikeli bir yanı olmadığını, önemli olan asit yağmurlarından korunmak olduğunu anlattım ona. Asit yağmuru mu diye şaşarak baktı bir süre. Sonra gökten asit yağmasının ne kadar kötü olacağından bahsetmeye başladı. Öyle bir şeyin çok acı çektireceğini, insanların yollarda asitin etkisiyle erimeye başlayacağını ve bunu görmeyi asla istemediğini söyledikten sonra asit yağmuruna sebeb olduklarını düşündüğü için parfüm firmalarına sövdü saydı. Ona asit yağmuru dedikleri şeyin öyle aniden öldürmediğini yavaş yavaş insanı ve doğayı tükettiğini, bu işin sorumlularının da, evet, kükürt ve azot olduğunu bu lanet ikilinin atmosfere karışıp oradan da oldukça kötü niyetlerle, yağmur damlalarının içine sızdıklarını anlattım kısaca. Bütün bunları geçen sene okuduğum, çevreci kuruluşlardan birisinin dağıttığı broşürden öğrenmiştim.

Memleketten bir arkadaşımla yaptığım sohbet aklıma geldi onun asit yağmurları hakkında bu bilgisizliğini fark edince. Üniversiteyi bu sene kazanmıştı ama beklediği gibi bir ortam bulamadığından insanların ne kadar da bilinçsiz olduğundan dem vuruyordu. Tıpçılar, fizikçiler, mühendislik öğrencileri var aralarında ama büyük bir çoğunluğu dünyadan bi-haber demişti. Ona şu cevabı vermiştim : "tıpcı olmak fizikçi olmak ya da mühendislik öğrencisi olmak sadece hayatın belli bir alanı üzerinde yoğunlaşarak o alanı öğrenmekten (ezber ne kadar öğrenmek sayılabilirse o kadar öğrenme) başka anlam ifade etmiyor ve okuma, araştırma, öğrenme çabası gütmeyen insanlar o alanların dışındaki herşeye, öküz bir trene nasıl bakar sorusuna cevap olabilecek bir açıdan bakıyorlar"
Memleketteki o arkadaşım benim bu arkadaşı görseydi herhalde eğitim sistemine olan inancı bir kat daha sarsılırdı.
Kapalı gökyüzünden ilk yağmur damlaları düşmeye başladığında 200 metre kadar ilerideki otobüs durağına doğru yürümeye başlamıştık. Arkadaşım kafasını kaldırıp bir süre gökyüzüne baktıktan sonra yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle düşünmeye daldı.
O anda kesinlikle asit yağmurlarını düşünüyordu ve bu yağanın asit yağmuru olmadığına şükürler ediyordu. Bu tahminimde ne kadar haklı olduğumu kendi kendime ispatlayıp ne kadar zeki bir insan olduğumu
bir kez daha göreyim diye ona ne düşündüğünü sordum. Alçak adam yemekhane sırasında sarı saçlı kızı düşündüğünü söyledi. Sanırım size o sarışından daha önce bahsetmedim. Ama bunun bir önemi yok nasıl olsa onunla ileride yine karşılaşacağız. O zaman kendi gözlerinizle göreceksiniz ya da okuyacaksınız. Arkadaşımın yüzündeki anlamsız gülümsemeye bakılırsa alışılagelmiş "aşk" nöbetlerinden birini yaşıyordu. Geçen ay da içmek için taksime gittiğimizde garson kıza aşık olmuştu. Hayır bunu kendisi bana söylememişti ama ben onun aptallaşmasından ve gece yarısına doğru, o kadar içtikten sonra otobüs durağında ayrılırken "yarın yine aynı yerde içelim" diye tutturmasından ve yanlış otobüse binmesinden anlamıştım. İçkili de olsa yanlış otobüse binmeyecek kadar açık göz birisidir kendisi...
********
Otobüs durağı her zamankinden daha kalabalık. Yağmuru sevmeyip ondan kaçan insanların diğer insanlara yarattığı bir diğer problem de bu zaten. Başta otobüs durakları gelmek üzere kapalı mekanların işgal edilmesi. Şeker gibi eriyecekler sanırsın. Kadınları bazen anlayabiliyorum. Makyajları ya da saç boyaları akıyor olabilir ya da ıslak saçların erkekler için bir tahrik unsuru olduğunu bildiklerinden ve sokaklarda yüz binlerce tahrik olmaya programlı erkek dolaştığından, onların yağmurdan kaçmalarının geçerli nedenleri var diye düşünebilir insan. Ama bu erkeklerin derdi ne olabilir ki?
"Bunların sorunu ne biliyor musun?" diye sordu arkadaşım, sanki aklımdan geçenleri duymuş gibi. Bunu ilk defa da yapmıyor olması bende onun gizli yetenekleri olduğuna dair bir şüphe uyandırmıyor da değil hani.
"Nedir sorunları?" diye sordum.
"her önüne gelenle düzüşmeleri" dedi sırıtarak sonra da koşarak bir otobüse atladı. Rezil adam, arkasından o kadar seslenmeme rağmen yine gidip yanlış otobüse binmişti…

BİZ

İnsanların birbirine müdahale etmesinin söz konusu olmadığı bir dünya hayal ediyoruz. Müdahalenin meşru olduğu yada yasaklandığı değil, böyle bir durumun söz konusu bile olmadığı bir hayatı düşlüyoruz. Ne kadar yaşanılası bir dünya olurdu, ne kadar yaşayası insanlar olurduk… Tüm insanların kendini aşmış, kendinden öte olanı verebilmiş varlıklar olduğu bir evreni özlüyoruz. Gidene kimsenin ağıt yakmadığı, gelene kapının hiç kapanmadığı bir evren. Kimsenin hayattan alabileceğinden fazlasını beklemediği, dolayısıyla ağır mutluluklar-mutsuzluklar yaşamadığı tam bir iyilik hali. Kavramların tüm anlamını yitirdiği, anlamın kendi anlamsızlığına ulaştığı bir üst nokta. Fakire fakir, zengine zengin diyemeyeceğimiz, çünkü bu kelimelerin anlamını unuttuğumuz bir kapalı kutu.
İnsana saplanan bıçakların soyut bir nesne misali içinden geçip arkadan çıktığı, acıtmayan, kanatmayan bir şiddet. Kimsenin yara almadığı, kabukların henüz bağlanmadan döküldüğü bir vücut. Ruhla arkadaş olan bir beden. Sözcüklerin hepsinin kendi anlamının dışında işlemesi. Küfürün güzelliği, iltifatın riyayı çağrıştırdığı bir lugat.
Safları sıklaştırın diyemeyeceğimiz, çünkü saf diye bir olgunun kalmadığı günlük hayat, taraf olmayanın bertaraf olmadığı bir kayıtsızlık, politika sözcüğünün kendi arasında bölünerek tilki ve katil sözcüklerini oluşturduğu, bunların da kelimenin tam anlamını sonuna kadar karşıladığı bir zincirleme mantık yürütme süreci, meclislerin, grup toplantılarının, kravatların, siyah mercedeslerin bir anda kayıplara karıştığı, varlığımızın Türk varlığına armağan olmadığı,illa bir yöneten olacaksa iktidarda Pink Floyd’un bulunduğu bir siyasi rejim.
Müslümanın en yakın arkadaşının ateist olması, ateistin huzur bulduğu tek sesin ney sesi olması, semazenlerin artık toplantılarda, partilerde, etkinliklerde dansöz misali boy göstermemesi, Kur-an’ın şifresinin çözülmemesi, Kur-an’ın şifresinin okuyanın kendinde saklı olması, vahdet-i vücutla panteizmin aynı şey olduğunun bir zahmet anlaşılması, Şems’in bir küfe şarap içmesi, Şems’in siyah cüppesi, korkuya değil, sevgiye inanması insanların.
Yalnızın kalabalıklar tarafından kuşatılmadığı, herkesin eninde sonunda yalnız olduğunu anladığı bu yüzden kalabalıklaşmak için çaba göstermediği , tek başına da eğlenebildiği, bireycilikle bencilliğin aynı anlama gelmediği, herkesin kendi öz değerini bildiği ve ona sahip çıktığı, hal böyle olunca da kimsenin bir başkasını düşünmesine kendiliğinden gerek kalmadığı, dolayısıyla da bunun bencilliğe değil, karşılıklı saygıya neden olduğu, en sonunda da şiddetin tamamen ortadan kalktığı bir hayat.
Annelerin sahiplenme duygusunun ortadan kalktığı bir metabolizma, ailelerin çocukların üstüne titremediği bir güven ortamı, topu inşaata kaçan çocuğun sağlam çıkabileceği bir refah durumu, babaların en hassas olduğu konunun kızları olmaması, kızların babalarından kaçmak için henüz çocuk yaştayken anne olmaması, evliliklerin hiç olmazsa birkaç tanesinin iyi örmek teşkil ettiği bir toplumsal yapı.
Geniş insanlar. İçten kahkahalar. Koyulmamış yasaklar. Uyulmamış kurallar. Çizilmemiş sınırlar. Asılmayan suratlar. Kınamayan bakışlar. Ayıplamayan çehreler. Gerek duyulmayan eleştiriler. Ciddiye alınmayan şakalar. Birden kopmayan dostluklar. Birden çok saçma bir şekilde kopmayan dostluklar. Oluşmayan kişisel husumetler. Ortaya çıkmayan kültürel farklılıklar. Özlenmeyen insanlar. İşlenmeyen cinayetler. Söylenmeyen yalanlar. Edilmeyen dedikodular.
İnsanların birbirini sevdiğinden emin olması, birini seviyorsak sadece seviyor olmamız, aşk deyince aklımıza yalnız akşam olup hüzünlenmelerin, gözlerinin rengine hasret kalmaların anlaşılmaması, gecenin gündüzün aşktan ibaret olması, aşkın boş zaman uğraşı olmaktan çıkması, aşk deyince akan suların durması, aşk deyince gözbebeklerinde onun isminin okunması, aşk deyince yanmak, aşk deyince küllerinden doğmak…
Bütün bunların olmasını isterdik ama kötü zamanlar, kötü müzikler, kötü evler, kötü kardeşler, kötü yazılar, kötü anneler, kötü babalar, kötü okullar, kötü sokaklar, kötü aşklar bir bir içimize saplandılar…
Biz kim miyiz?
‘Biz bu dünyanın şarkı söyleyen ve dans eden pislikleriyiz’

AKORSUZ KALPLERE ARPEJ BASAN YAZI



Beyninizin atmaya kıyamadığı 4-5 yaş anıları, sanrıları vardır… Bilinçaltınızın bir köşesinde yer etmiş ilk aşkların, ilk öpüşlerin, ilk terkedişlerin hemen arkasına katlanmış; olur da bir gün hatırlanmayı bekleyen..
Benimki de Bugs Bunny Aristoluğu, Şeker Filozof Decartlığından gelen "bu insanlar ne için yaşıyor?"culuktu..
Cevabını da dört kenarlı bir alette gördüğüm türlü çizgiselden çoktan bulmuştum; tüm o insanlar birilerini arıyordu..
Otobüsünü beklerken sabırsız kalıp saatine bakanlar, büfelerin camlarına bozukluk tıklatanlar, çabuk çabuk kepçelerle kumpirleri doldurup tepsiye fırlatan ustalar... Sanırdım ki hepsi O' nun telaşındalar.. İsim de verememiş, benzerlerine uyduramayıp O adını takmışlardı.. Tüm hayatları O' nu beklemek üzerineydi.. Beklerken de sıkılıp birkaç iş yapıyorlar işteydi, amandı..
Sıra bana da geldi diye düşünmeye başlamıştım..Eee koca adam olmuştum artık, tek elimle salondaki koltukların ön bacaklarını kaldırabiliyordum ne de olsa !!

Şimdi yağmurlu günlerde neden kahvaltımı ekmek arası yaptırıp oturma odasındaki camın önüne kurulduğumu, her "İn artık mermerin üzerinden, üşütüp hasta olcaksın!" laflarını "ya git yaa!" diye tamamladığımı, akşam 6 olup Yalan Rüzgarı' nın başladığını anneme haber vermem gerektiğinden kırıla-sıkıla camın başından ayrıldığımı -belki okuyorlarsa- bizimkiler anlayabilir..
Yağmur yağıyordu, seller akıyordu.. Bugün "Arapkızı" kesin camdan bakıyordu.. Bakıyordu işte!! Karşıdaki küsür yüz konutluk öğretmenler sitesinin bir camındaydı, ben de gün boyu O'nu bulmaya çalışıyordum..
Bir süre için hayatınız bir dönüm apartmansa, empati yoksunu sempati sebebi çocukluğunuzun hayata baktığı tek pencerenin olduğu oturma odasındaysa, pek tabii karşı apartman komşuları Arapkızı, apartmanların hemen arkasında görülen yeşillikler de "Şu yeşiller Rize mi Şeyda Hala?" sorusunun "Evet" cevabı olurdu..
Nitekim olmuştu da… Planım belliydi; o yağmurlu günlerin birinde merdivenlerden inip yolun karşısındaki apartmandan Arapkızını alıp, beraber Rize(!)' ye gidecektik.. Yağmurlar duracaktı.. Yağmur olmayınca da yerini dünyanın etrafında döndüğü sobaya bırakacaktı.. Ama yine de O isterse beraber camdan bakabilecektik.. Bu sembolist ilişkimiz karşılıklı anlayış üzerine kuruluydu yani..
Yağmurlu günlerde mermer üzeri bekleyişlerim uzun süre devam etti; tüm o sürelerde oturduğum yerler ekmek kırıntılarına da ev sahipliği yaparak..
Ta ki bir gün rüyamda aynı yolun karşısına bisikletimle geçerken gökyüzüne yükseldiğimi görünceye kadar..
Rasyonalist ve aydın bir çocuktum.. İnsanları dünyaya leyleklerin getirmediğinin bilincindeydim.. Yalana lüzum yok, öpüşüyorduk işte.. Uçmak için de ölmek gerekiyordu.. Başka türlü açıklayamıyordu bu rüyayı alabrus kesimli velet kafam..
Belki çok biliyordum, belki rüyamda malum oluyordu.. Öyle mağaram falan da yoktu Tanrıyla buluşacağım, belli ki beni böyle çaldırıp-kapatıyordu..
O zaman; artık yağmur görüp cam kenarına beklememem gerektiğini…Bu zaman; otobüs sabırsızlığının eve-işe yetişmek, büfe camı tıkırtılarının biskrem ve çeşitli tekel gazetelerini çabucak koltuk altına sıkıştırmak, el yakan patateslerden bir an evvel kurtulmak için olduğunu anlamıştım..
Yağmuru sevmiyorum..
Yağmur yağıyordu..
Uyandığımda kafam kazan olmuş, Beyin Beyimiz vücudumun cümle evsiz organellerine kepçe kepçe çorba dağıtıyordu..
Seller akıyordu..
Arapkızı kimdi, nerdeydi, nasıldı geçmiş günü, şimdi neler yapıyordu?

DALGASIZ DENİZ OLMAZ, DENİZSİZ DALGA

yağmur yağdı bugün. bir şey olsun istedim. bir anda beklemediğim güzel bişey olsun.

yıldız tozları, parıltılı kıpırtılar.... bekledim alıştığım gibi. olmadı. ama bi dakka, daha gün bitmedi!
pırıltısız ve yıldızsız, hatta bi de akılsız bişeyler karalayayım dedim.


evvel zaman içinde
kalbur saman içinde
keçiler berber iken
develer tellal iken
horozlar imam iken
ben dedemin beşiğini
tıngır mıngır sallar iken
bir deniz varmış karalar içinde
bir dalga, kumsallar peşinde
deniz dalganın siperinde
dalga denizin düşünde
sürüklenip beraberce
yol almışlar öylece
iç içe ve peş peşe

az gitmişler, uz gitmişler
dere tepe düz gitmişler
bir gün hayatlarından bezmişler



dalga "git" demiş denize
karışma benim işime
sen başka uğraş bul kendine
kumsaldır benim istediğim
kuytu bir taş, suskun bir kum tanesi
dinleneceğim bir huzur köşesi
fırtınasız ve kuru
senden uzak ve duru

deniz gitmem demiş dalgaya
gidemem anlasana
dalgasın sen ama
bensiz yoksun aslında
kumsallar istersin bilirim
huzurlu, kumlu ve kuru
,
,
arkası başka bir sıkılma an'ına

...

…Eğer derse yetişeceksem erken kalkmalıydım. Yanıma almam gereken fazla bir şey yoktu. Bir kendim birde mp3üm. Daha yaşadığım yeri düzene oturtamamışken kendi hayatımı bir yola sokmaya çalışıyordum. Aslında tek yapmam gereken okuluma adam gibi gidip gelebilmekti.
Otobüsü bile son anda yakaladım ve boş bir yer bulmak amacıyla göz gezdirdim. Sanki oturunca ne olacaksa. Otobüsteki insanlar şöyle bir bakındım kafamın içindeki boş yankılarla. Hepsi benden ayrıydı ama aynı zamanda benimle bağlantılıydı. Kim bilir belki bir gün benim yazdığım programları kullanacaklar ya da benim yaptığım şarkıları dinleyeceklerdi. Şu anda bizi birbirimize bağlayan tek şey aynı boktan otobüste rahatsız bir vaziyette yolculuk etmekti.
Onu gördüm bir anda. Kapının yanındaki tek kişilik koltukla yalnız başına oturup müzik dinlerken. Bana kapıyı açan meleği. O an için sadece bir sınıf arkadaşından ibaret olan daha sonrası içinse manası bütün hayatımı kapsayacak olan kişiyi. Onun bundan haberi yoktu benimse hiç yoktu. O mavi gözünden girecek mermiyi benim ateşleyeceğimi bilmiyordu hoş bende bilmiyordum ya neyse. Başıyla hafif bir selam verdi. Bende selam vererek yanına doğru yol aldım. Başka koltuk olmadığı için ayakta beklemek zorundaydım.
Aynı anda kulaklıklarımızı çıkardık ve sohbete başladık. Aslında sorulması gereken onca soru varken benim ilk sorum çok absürd kaçmıştı. Henüz birbirimizin ismini bile bilmezken- en azından ben öyle zannediyordum- İlk sorunun “Hangi grubu dinliyorsun?” olmuştu. Gelen cevap ise beni daha çok şaşırtmıştı. Eğer öyle birisinin benimle aynı şeyi dinleyeceği üzerine bahse girseydim herhalde hayatımda kazanamadığım birçok bahisten biri de bu olurdu. Belki de en büyüğü. Asıl konuşma başladığında sormam gereken ilk soruyu sordum:” Birbirimizin adlarını hala bilmediğimizi fark ettim. Kusura bakma,”. Gelen cevap ise otobüsteki ikinci şaşkınlığı mı başlattı. “ Sen öyle zannet Deniz,” diye bir cevap alacağımı gerçekten bilemezdim.
İnmemiz gereken durağa geldiğim zaman o Mavi Gözlü inatçı melek adını söylememekte ısrar ediyordu ama ben öğrenmeye kararlıydım. Hem önümüzde yürümemiz gereken 15 dakikalık bir yol vardı- yaklaşık 4 müzik parçası uzunluğunda. Ben adını öğrenmek isterken o bana kulaklığını vererek beraber dinlememizi istedi ve ismini öğrenme şansım yok olmuştu. Elbet öğrenecektim o adı öyle ya da böyle.
Beraber yürürken yanımızda bir araba durdu. İçinde ki kişiyi ben tanımıyordum ama yanımdaki tanıyordu sanırsam ve işte o an ismini öğrendim. Bizi okula götüren arkadaşın ismi Boran’dı. Galiba hayatımda ilk defa duymuştum bu ismi. Kendi ismimim ona söyledikten sonra araba da birden çok yüksek sesle rap çalmaya başladı. Her ne kadar bu müzikten hoşlanmasam da dinlemek zorundaymışım gibime geliyordu. Sonuçta araba onun kurallar ona aitti. Asıl ilgimi çeken şey parçayı söyleyen sesin bizi arabasıyla alan kişinin sesine benzemeseydi.
Okul yolu kısa olduğu için ona bu soruyu soramamıştım ve asıl bilmediğim şey ise ileride bu kişi ile olan ilişkim akla hayale gelmeyecek biçimde gelişecek ve çok yakın iki arkadaş olarak aynı evde yaşamaya başlayacaktık.
Sınıftan içeri girdiğimizde ders çoktan başlamıştı ama hocanın iyi niyetli olması sayesinde yerlerimize geçmiştik ve o da yanıma oturdu. İşte o zaman bir şeylerin değişmeye başladığını anlamıştım. Çünkü içimde ki kıpırtının ne anlama geleceğini iyi biliyordum ama şu zaman zarfı içinde bunu düşünmek istemiyordum sonuçta benim önceliklerim farklıydı kendime göreydi. İkinci bir kişi bana yükten başka bir şey olamazdı. Zaten onun kabul edeceğini kim söylemişti ki.
Öğle arasında her zaman yapmak istediğim bir şey vardı:Spor salonuna gidip basketbol ya da insan varsa voleybol oynamaktı. İçeri girdiğimde sabah beni arabasıyla alan arkadaş orada tek başına atış çalışıyordu. Benim geldiğimi gördükten sonra topu bana attı ve maç için hazır olup olmadığımı sordu. Sonuçta bu teklife hayır diyemezdim. Ona doğru yürürken peşimden salona giren kişiyi henüz görmemiştim.
Keşke her şey bu kadar hızlı başlamasaydı…

LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN

O gün odamda oturmuş hem Afrika savanalarını hem de NBA oyuncularını düşünüyordum. Hayatlarına imrenerek bakıyordum. Bir de kendi odama baktım ve hatta kalkıp aynada kendi halime baktım. Üzerimde beyaz bi fanila, altımda lastiği gevşek aşörtmenim, çelimsiz ve dövmesiz bir beden. “Ne kadar da NBA hayatından uzak bir kimseyim” dedim. Ve derhal tüm bu gidişata son vermeye karar verip, koridora çıktım.

Mutfağa vardığımda patatesleri bulmakta hiç güçlük çekmedim. Bir geyik yavrusunu gözü kapalı bulan bir leopar kadar kendimden emin ve kusursuzdum. Patatesleri derhal ikiye kestim. Patates baskısı yaparak vücudumun her yerine dövme yapacaktım. Çünkü eğer bir NBA oyuncusu olmak istiyorsam dövmem olmak zorunda idi. Bu arada kaslarımın da olması gerektiğini hatırlayıp mutfak masasını 6-7 kere kaldırıp indirdim. Zorlanmaya başladığımı hissettim ama durmadım. 4-5 kez daha kaldırıp indirdim. Son kaldırmamda dengemi kaybettim. Masa devrildi. Ortalık cam kırıkları, reçeller, ekmek parçaları ile doldu. Bacak kaslarımı da 7-8 kere sıkıp gevşek bıraktım. Patateslerimi alıp çıktım mutfaktan. Doğruca annemlerin yatak odasına gittim.

Artık tüm malzemelerim elimde, odamdaydım. Bastım mürekkebi patates baskılarıma. Soyundum. Her yerime dövme yaptım. Saçımı örmeye çalıştım ama olmadı. O yüzden dazlak bir zenci basketçi olmaya karar verdim. Saçımı traş ettim. Mis gibi oldum. Rahmetli nenemin damağını yani dişliğini de ağzıma taktım. Dövmelerim, saçım ve dişliğimle mükemmel olmuştum. Allen Iverson dan tek eksiğim derimin rengi idi ki onu da birazdan halledecektim. Başımdan aşşa mürekkebi boca ettim. Gözlerim ve dişlerim parıldıyordu. Gülümsedim. Babamın takım elbisesini giydim. Dedemin şapkasını taktım kafama. Mp3 çalarımı da kulağıma taktım. Maça çıkmak için soyunma odasına doğru ilerleyen Lebron James ten farkım yoktu. Koridora çıktım.


Hakemin çığlığı kulağımdaki 50 cent i bile bastırmıştı. Beni koridorda üzerime 4 beden büyük gelen babamına takım elbisesiyle, dedemin şapkasıyla, boynumda kendisine ait uzun uzun kolyelerle, yüzüm simsiyah ve ağzımda nenemin dişleri ile görünce bayıldı. “Relax refrii” dedim “Maça çıkıyoruz ve triple double kesin yapacam” dedim. Ve derhal daha önceden babamın takım elbisesinin pantolonun yanlarını kesip 404 ile yapıştırdığım bölgelerden tutup çektim, yandan çıt çıtlı aşörtmenler gibi. Çıkarıp attım bi kenara takım elbiseyi aynı Michael Jordan gibi. Babamın gözleri belerdi. Üzerimde uzun dizlerime kadar inen şortum ve üzerine 23 yazdığım fanilamla kalmıştım. Kaslarımı sıkıp, kollarımı da göğsümde kavuşturup yan durarak bir süre bekledim. Bedenimdeki dövmeler ile hakkaten etkileyiciydim. Babamın dövmelerime hayran hayran bakışını izledim. Artık maç zamanıydı. “I love this game” diye haykırıp minimal kalça hareketleri ile oynadım. Bir yılan gibi kıvrılıp smaçları vurasım vardı. Derhal babama doğru yürüyüp poposuna sevecen bi şaplak attım ve sağ yumruğumla kalbimin üzerine 5-6 kere vurdum. Babamla göğüs göğüse çarpışmak için 3-4 adım geriye gidip koşarak, uçarak ona doğru harekete geçtim. Babam yerde baygın yatan annemi bırakıp, bir atmaca çevikliğinde bana havadayken okkalı bi tokat attı. Babam bana adeta Federer gibi vurmuştu, ben de patlamış bir tenis topu gibi savrulduğum yere yığılmıştım. Nenemin dişleri ağzımdan uçtu gitti. “Baba bu bi kasti faul. 2 serbest atış ve oyuna yandan biz başlıcaz” dedim. Elimle de mola işareti yapıp anneme baktım. Bençe oturup zenci kankalarımla kikirdeşip gülmek istiyordum çünkü.

Annem kendine gelmiş bu kez “Bu mutfağın hali ne!!” diye ağlarken ben kızgınlıkla ve haksızlığa uğramış bir tonda “Anne sabahtan beri mola istiyorum görmüyosun ya!!! Ne biçim hakemsin” diye bağırıp, soyunma odama doğru depara kalktım. Babam arkamdan bi bizon sürüsü gibi gürültüler çıkararak koşmaya başladığında, odama girmiş, kapımı kilitlemiştim. Babam kapıyı yumruklarken, ben çoktan kulağıma mp3 playerımı takmış yerde, 50 cent eşliğinde hip hop hareketleri yapıyordum. Yerde sırtımın üzerinde tortop olmuş dönerken kafamı yatağa çarpıp, bayıldım...


EDİTÖRLERDEN
Merhaba sevgili okur,
İlmek ilmek örmeye çalıştığımız bu nakışa bir motif de sen işle!
Yaz, çiz, gönder!
NOT: Dergimizin mail grubunu oluşturduk. Üye olarak derginin çıkışından
haberdar olabilirsiniz. Ayrıca, 6. sayıdan önce yapacağımız dergi buluşmasına
da katılmanızı bekleriz. Toplantı yer ve saati blog adresinden ve mail grubundan
duyurulacaktır.
Gruba üye olmak için http://groups.google.com.tr/group/ahkamdergi adresini
kullanabilirsiniz.

AHKAM
aylık alternatif edebiyat dergisi
SAYI 5
ARALIK 2009

editör: Tuğbalar
kapak tasarımı: Birhan Koçak
mizanpaj: Tuğba Köse
çizimler: Esma Sereli
basım: Net Copy
iletişim:
ahkamdergii.blogspot.com
ahkamdergi@gmail.com
| Top ↑ |