21 Kasım 2009 Cumartesi


BELİREN

‘Of anam gene çok içmişim,başım çatlıyor’ diyerek uyandı. Hemen cep telefonunu eline alarak dün gece yaptıklarını telefon rehberindeki bütün kızlara mesajla anlattı.

Ne olmuştu da her şey bu hale gelmişti? İçkiyi ağzına koymazdı Allah için. Fakat o Jazz Stop vardı ya,boyu devrilsin o Jazz Stop’un! Birkaç arkadaşı onu zorla bu bara götürmüş ve bu merete başlatmıştı. Bu huyu yüzünden onu insan içine çıkaramıyorduk. Zira bu görgüsüzlüğünü açıklamak bizim açımızdan kabil değildi.

Nereye gitsek hangi kapıyı açsak karşımızda beliriyordu; başı gene içmekten çatlamış ve huri huri diye ağlanarak. Ha tabi bir de o tipine bakmadan çapkınlığıyla nam salmıştı taksim eşrafında ve her limanda bir manita bıraktığını iddia ediyordu.

İslami evlilik sitelerine yaptığı üyeliklerden hiç bahsetmeyelim. Çünkü telefonuna gelen mesajlarda gördüğümüz “merhaba ben gönülden sevenler sitesinden Hümeyra. Sizi çok beğendim, tanışıp evlenmek isterim” mesajını hala zihnimizden çıkaramıyoruz.

Yanımızda yöremizde gördüğü her XX kromozomuna asılması onun için bilindik bir davranış olmuştu. Irzımızı namusumuzu koruyamıyorduk lan! Peki bütün salaklığına rağmen Nuriye’ye de asılması? Onu görünce otuz yaşındaki adamın yeni gelin gibi kıkırdayarak ‘ay içim bi hoş oldu’ demesi? Daha fazla dayanamayacağız dostlar. Belli ki beliren daha çok canlar yakacağa benzer.

GEMİ

Ne vakit inanmazsın perilere
Derler ki o vakit,
Bir peri sessizce ölür
Ve ne vakit karıştırırsan geceyi gündüze
Bir yanın safi güneş
Diğer yanın hep gebe karanlığa
Siyahı doğurur
Sözlerin içini dolduramadığında
Yük olurlar yüreğe
Tam zamanıyken içini dökmelerin
Durma, haykır yenilişini
Sen ne vakit kaybedersen geleceğini
Dünün taşıyabileceğinden ağır
Bugünün yaşayabileceğinden az olursa
Unut tüm bildiklerini
Zamanı yolculuğa yolla
Unutma ne vakit bir mum alevinden yakarsan sigaranı
Bir denizci sessizce ölür
Unutuşlarını hiçliğe hapsetme
Ölüm en yakınındır
Öteleme…

...

üşüdüm bugün
ayakkabılarım su alıyor
yürüdüm bugün suyun içinde
her su birikintisinde kendimi gördüm
üstüne bastım geçtim suretimin
suretimde seni gördüm
suyun kırılmasına uğramış garip bir yüzsüzlük gördüm

üşüdüm bugün
ayakkabılarım su alıyor
yürüdüm bugün suyun içinde
her su birikintisinde herkesi gördüm
senin dışında

ZİN

Zin’i nerde görsem
Varlığım yokluğuna yanar
O öyle gerçek ve düş birlikteliğiyken
Adımı unuturum, eksilir ömrüm
Böylesine yakınken bana, uzaklığına şaşarım
Her an onu dilemek…
Beklemek ansızın çıkagelmesini…
Umudum örselenir
Bekletmesen?
Zin’i nerde görsem
Ansızın uçuverir bir gök içimden
Dursan, durdursan apansız gitmelerimi?
Ağır aksak bir yolcuyum
Gittiğim her yola tutsağım
Hem eksik bir yanım
Bir boşluk ki tarifi imkansız
Canlandırsan yüzümde donan gülüşlerimi?
Eğer ki Zin’sen,
Alemlerce aradığım sensen,
Sadece kendini alıp
Bırakıp dünü, yarını
Bana yüzünü dönsen…

KAR

‘dans etmek istiyorum.’
‘açtım müziği,hadi elele dans edelim.’
‘ama dar gelir bana bu beton içi.kırlara çıkalım mı…’
Kırlara gitmek istiyordu genç kadın. Kafasını kaldırdığında gökyüzünü görerek dans etmek.
Ve düştüler yola gecenin seherinde. Kar yeni yeni düşmeye başlamıştı, ürkek. Genç adam sordu –yüzü ona dünyalardan güzel gelen- kadına;’korkuyor musun?’dedi ki güzel kadın:’senin ellerinleyken mi? ya sen?’ dedi ki güzel adam: ’ellerin benim ellerimdeyken mi?’
Sustular bir anda.
Açıklığa geldiler. Adam sırtından akordeonunu çıkardı. Gecenin seherinde çalmaya başladı. Kuşlar da ötmeye başladı. Bütün hayvanlar yanlarına toplandı. Nağmeler yükseldi. Genç kadın ellerinde nağmelere bulandırılmış karlar ile dönmeye başladı…
Sabaha kadar..
Düş bitti. Uyandı. Ağladı.

HAFTADA 3 GÜN ÇALIŞALIM KAMPANYASINI BAŞLATIYORUM!

Evet başlatıyorum çünkü mis gibi doğduktan sonra saçma sapan bi sürece giriyoz biz. Bir böbürlenmeler, bir araba anahtarını parmağımızda çevirmeler. Bu güzelim dünyaya gelmişiz bundan büyük mutluluk mu olur allasen. Keyfini çıkarsana işte ne anahtar sallıyon göt! Bize neler oluyor onu hiç anlamıyorum. Neyi anlamıyorum? Çalışma sektörünü. Çünkü çok saçma. Para diye bişey var. O paradan bize vermiyolar. Çalış o zaman veririz diyolar. İyi tamam deyip çalışıyoz. Ayın 1 i dedi miydi hesabımıza para yatırıyolar. Biz de sevinip o parayla avakado, ferrari, ev, mojito felan alıyoruz. Sonra ne oluyor? Paramız bitiyor. Oldu mu şimdi? Olmuyor. Param bitti diyoruz ve tekrar para istiyoz yine çalış diyolar???? Olm bunun sonu mu var? Siz benle dalga mı geçiyorsunuz lan amcıklar! Para hep bitiyor??? Eee ben sürekli çalışacam mı? Azınıza sıçim sizin ben! Neyse konumuza dönelim


Olm şimdi biz dünya gezegeni olarak delirdik sanırım. Niye lan çıldırmış gibi çalışıyoruz? Haftanın 5 günü? bazen 6 hatta bazen de 7 gün? Sebep ne? Nereye yetişmeye çalışıyoruz? 4 yaşında okula başlayıp danalar gibi okula gidiyoz felan. O yaşta senelerce sabahın köründe uyan. Servis bekle, olacak şey değil. Sonra ortaokul lise üniversite. Sonra tam bunlar bitiyo nefes alıcaz sanırken çalışmaya başlıyoz. Sonra da çalış baba çalış. Lan olm haftada misal 3 gün çalışsak nolacak ki? Hiiç. Daha az üretip daha az tüketeceğiz. E ne olacak o zaman? Hiç bişey olmayacak. Know how!!! Oşt! Sanki bana rakip bi gezegen var amına koyim! Ne lan bu panik? Kime lan bu hava? Uzayda tek başımıza takılıyoz şu an için çünkü şu anki bilgilerimiz öle sölüyor. Ya da diyelim var başkaları bu neyi değiştirir ki? Zamanla gene buluruz onları di mi? Nasılsa o zaman da insan olur dünyada. Ya da biz niye bulalım ki onları, onlar bizi bulsun. Onlar çalışsın hayvanöküzü gibi. Hayret bişey sanki bana bizim bu eşşek gibi çalışmamız yüzünden bişey olacak. Hadi zaman makinası ya da ölümsüzlüğü bulsak tamam derim de onlar da yok. Armut gibi ona buna e-mail yazıp ticaret felan yapıyoz. Hepimiz satılmış tüccarlarız! Bak yine aklıma geldi zaten deli oluyorum o olaya. Olay ne? Amına koduklarım kesin biz öldükten sonra ölümsüzlüğü bulacaklar. Olay bu! Biz burda maymundan hallice genetiğimizle ofis şeklinde kafeslerde yaşarken adamlar ölümsüz olacak. Götler! Fuck you next generations!! Die madafakaas!!


O zaman niye bu kadar çok çalışıyoz? Cevab veremedi. Bence anlamsız. Düşünsenize kırları deniz kenarlarını ormanları. Hepsi bizi bekliyo lan. Ama biz durmadan o siktimin ofislerine, dükkanlarına gidiyoz. Açıyoz klimayı oh mis deyip internete giriyoz. Çalışma hayatı da bu ha. Tüm dünyalılar ofislerinde tıkır tıkır çalışıyor gibi görünüp aslında ekşi sözlüke, porno sitelere, moda sitelerine, bloglara, dedikodu sitelerine, araba sitelerine felan giriyor. Gugıl earth de evini mahallesini arıyor, bulup seviniyor. Sabahtan akşama kadar bekleşiyoz o duvarların arasında. Çet ediyoz, feysbuktan birbirimizi pokluyoz. Saat 6 oldu muydu seviniyoruz salak gibi. Neye seviniyon mal?! Edi misin büdü müsün lan sen en sevdiğin sayı altı! piç!!! Bunun için mi geldik olm biz dünyaya? Bir sayıyı sevmek için mi geldik! Zaten 9 ay ana karnında beklemişiz sonra da kalkıp bu ofislerin içinde bekleşiyoz. Sürü halinde koyun gibi, keçi gibi öğle tatilinde dışarı sökün edip sonra geri geliyoz ofislere. Akşam da 6 oldu muydu sürü yine bu kez eğlenmeye gidiyo mal gibi. Çobanın biri çok temiz güdüyo bizi kavalıyla lan farkında değil miyiz? Sonra da akşam yorgunluktan hemen uykumuz geliyor, yatıp uyuyoruz. Hepimizin amına koyim ben. Bazen o hayvanlara, aslanlara, köpekbalıklarına imreniyorum. Adamlar mis gibi yatıyo orda burda. Stres yok, kredi kartı borcu yok, bi yere yetişme derdi yok. Nerde akşam orda sabah. Ful pansiyon her şey beleş. Bence ondan bizle konuşmuyolar. Gerzekler diyolardır bizim için aralarında eminim. Çok eskiden hayata bizle beraber atıldılar ama şu bizim geldiğimiz noktaya bak. Kasko diye bişey icat etmişiz amına koyim. Kasko ne lan yarraam! Evrim geçirdik ama adam olamadık. Tavşanlar bile bizden iyi. Paso havuç, paso doğa. Helal olsun lan size beyaz dostlarım, falcı piçler!


Bir kampanya patlasın. Kimse çalışmasın olm! Ya da 3 gün çalışın maximum. Hadi ben bu hafta başlıyorum haftada 3 gün çalışmaya, Pazartesi işe gitmicem. Siz de gitmeyin. Bak Pazartesi günü yolda işe giden görürsem ebenizi sikerim piçler! Satış yapmayın.
Kampanyayı globalleştirme adına ingilişçe metin de hazırladım.

Dear proleterians,
Why we work 5 days? or 6 sometimes 7 days!!!? Tell me why???! Bullşit! Let's work 3 days from now on. For example I am not going to go to work on Monday! I will go to the seaside and swim and have lots of fun: ))) What about you? Asl? I believe you wont go too. And if i see you on the street on Monday and ask you “where are you going? if you reply as “i am going to work” I will fuck you biçız!! Lets kick ass of capitalism. Only work 3 days a week maybe 2 days. And if your boss asks you “my worker my worker, dont lie to me, tell me where did you sleep last night?” tell him “none of your business biç!” He will accept you and cry. Tell everybody this in earth.
Best regards,
A proleter.”

CAMUS’ye MEKTUP

sevgili camus;

nasılsın? iyi misin? annen nasıl? hanım nasıl? sorularıma cevap vermeyeceksin, senin iyi olup olmadığını merak etmeme de sinirleneceksin. tavırlarını anlamaya ve de filtrelemeye çalışıyorum ki, obijektiv bir tutum geliştireyim sana. subijektiv perspektivten yanasın camış, -camış çağrışıyor evet- olaylar ve olaylara sebep şeyleri değerlendirmek konusunda insanı şoke eden soruyu soruyorsun "ne fark eder?". yahu nasıl ne fark eder?


eve geliyorsun böyle, camdan dışarı bakıyorsun. nuri bilge ceylan paçalarından sızıyor, bir deliğe saklanıyor kıvrıla kıvrıla. hani barda iki sevgili görmüştük birbirlerine bakarken birbirlerine bakmadıklarını söyleyen lacan'a küfretmiştin, haklıydın o anda da, sonra da öyle olmasa bile ne fark eder diye ekleyip yine beni yarmıştın. eve geliyorsun, cola mı çay mı diyorum ne fark eder diyorsun. ntv mi, discovery channel mı diyorum ne fark eder diyorsun. ya, sen nasıl bir ev arkadaşısın, oturuyoruz böyle ağzından bana uyar lafından başka laf çıkmıyor. bana öyle geliyor ki yaptığımız hiçbir şeyden zerre zevk almıyorsun, ya da aldığın zevki seçimlerinin doğruluğuyla ölçmüyorsun. mesela cola'yı seçtim, eğer çayı seçseydim bu kadar iyi hissetmeyecektim kendimi, o halde bu doğru ve isabetli seçimimden dolayı kendimi mutlu saymalıyım mı diyorsun? ya da gelişigüzel seçimlerin sonumuza etki etmeyeceğini, aldığımız zevkin şimdiki zamanda sadece çekimlenmiş bir tat olarak kalacağını mı söylüyorsun? yaşanıp bitiyor mu camus? ya git ayaklarını yıka pis.


muhabbet ediyoruz eve gelen arkadaşlarla. hepsi de böyle ilginç sakalları, canvas pantolonları olan adamlar, leşler afedersin. camus, hepsinden iğreniyorsun ve de iğrenmiş olmanın bir şeyi değiştirmeyeceğini, bu adamların daha temizinin de bu adamlar kadar leş olacağını söyleyip duruyorsun. yahu adamlar halıya bira döküyorlar, viski lekesi gibi görüyorlar. biranın halıda yarattığı lekeyle, viskinin halıda yarattığı lekeyi aynı ölçekte değerlendiremiyorlar. sen de adamlara "dostlarım bugün içtiklerimiz, daha önce içtiklerimizin en güzelidir" diyorsun. yahu bugün içtiğimiz şey sadece bira, yarısı da halılara döküldü. adamları neden uyutuyorsun? camus, bu hazcı yaklaşımların delirtiyor beni. sen bir ev arkadaşı olarak tavrını koymalısın, şöyle demelisin "biraderlerim hiç eğlenmiyoruz artık, star wars üzerine yaptığımız diyalektik çıkarımlar da faso fisoydu, böyle sikko muhabbetleri yapmamızın anlamı yok, şimdi gitmenizi rica ediyorum". gitmiyor adamlar, gitmiyor camus. oturuyorlar, pes oynuyorlar, sigara içiyorlar, siniyorlar bir köşeye ama gitmiyorlar. camus, böyle ekosistemi sikerim ben. bugün bulaşık sırası da sen de. hadi bakayım "ne fark eder yıkarız, bana uyar" diyen diline kurban.


senin hatun geldi geçen gün. dedi camus nerde, dedim evde yok. ne zaman gelir dedi, bi kaç saate gelir dedim. hatun oturdu bekledi seni, seni sorup durdu, çamaşırlarını falan kokladı, pis kokanları -hepsi pis kokuyordu- çamaşır makinesine attı. ikimize kahve yaptı, karşılıklı içmiş bulunduk. kahve yapma fikri aslında yeterince rahatlatmıştı beni camus, eğer o kahveyi içmeseydim de aynı rahatlığı yaşayacaktım. buna ne diyorsun camus? senin hatun senden az biraz sıkılmış galiba, sürekli kendinden bahsetti çünkü. bakışları da dışarıya dönüktü camus, bir kaç güne kalmaz seni terkeder. triplere girmiş hatun, yok camus beni siklemiyor, yok camus bana ilgi göstermiyor, yok beni ellemiyor falan. yenge dedim, fransızca yenge dedim camus, sen de camus'ye ilgi göstermiyorsun. burda bu konuşmaları yapmış olman, şu kahveyle gönlümü alman falan faso fiso, camus'ye bakışlarını inceledim, onun kafatasına bakıyorsun sürekli. orda ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorsun, onun bir kere de gözlerine bakarken görmedim seni -gözler kalbin aynısıdır-. yenge celallendi, sana ne falan dedi camus. fakat, sonra biraz yatıştıktan sonra, bana hak verdi. benden sana kendisinin yollu olduğunu söylememi istedi. camus, yenge yollu, ayağını denk al.


camus, sen fransa'dan dönmeden önce şunu da söyleyeyim, ben yengeyle bir kaçamak yaptım. seni bilinçli seks diagramları ile aldattık. "camus böyle dokunmazdı" bana diye inledi, o an lacan'cı aklım "camus bana böyle dokunuyor şu anda" diye düşünüyor dedim yenge. yanlış mıyım camus? yenge sırf senin boşluğunun amorf halini şekillendirmek için bana kahve börek yaparak beni kafaladı, sonra da bundan pişmanlık duymak istedi. pişmanlık safasında, seni aldatmış olmakla ilgilenmedi, seni aldatabiliyor olmanın seni gerçek kıldığını fark etti galiba. yani yenge, bana dokunurken seni hissedip, seninle olan organik bağlantısını kafasında canlandırıp sana bir kez daha hayranlık duydu ve benim seksüel gücümün sende olmamasına üzüldü. bunu da pişmanlık sandı, sende olan bir eksikliği bir başkasından alarak seni tamamlamış olması camus, senin hatunun kafasının pek çalışmadığını, seksüel güdülerine kurban bir köle olduğunu göstermez mi?


camus, yengeyle yatmadım. adasjfajsf. korkma lan. şimdi diyebilirsin ki, sende yengeyle yatma fantezisi var, sen benim hatunla fiziksel olarak yatmamış olsan bile, zihinsel olarak tam bir cinsel birleşmeyi yaşadığına göre sen bir orospu çocuğusun. fakat camus, ne fark eder ki? adfasdfja.

neyse, şarap getir.

İKİ

Gözlerini ezen ağırlık, perdeden sızan ışıkla buluştuğunda vücudunun bir kat daha deri giydiğini zannetti. Çok geçmeden kıyamet gününün gelip çattığını fark etti. Kıyamet günü diyordu çünkü, görünmez yuvarlak görünür şişliğe ulaşmıştı. Kıyamet günüydü çünkü, şişliğin gökten zembille inmesinden sonra suratlara giyilen tavırlar, zoraki kahkahalar, duvarsı bakışlara gömülecek; misafirliğe gelen bisküviler taş olup kafada kırılacak, peluş yastık, ipek gecelikler güvelerce kemirilecekti. Kıyamet günüydü çünkü, artık iki kere giyinecek, iki kere susayacak, iki kere ağlayacak ve defalarca lavaboya koşacaktı. Muhtemelen merkez şehirden gelen telefonlar surata kapanmakla kalmayacak, o surata tükürecekti de. En fenası da sorgusuz sualsiz gelen ve sorgusuz sualsiz giden paranın bir daha soru sualle dahi gelemeyecek olmasıydı. Nihayetinde ortada bir kız-kadın, bir bebek-piç, bir adam-baba yoktu. Bir zamanlar vardı –tam da olmaması gereken zamanda- artık olmayacaktı. Aynaya baktı önce, sonra dayanamayıp kafasını çevirdi. Her şeyi bu kadar açık seçik görmeye tahammülü yoktu. Göz ucuyla diğer tarafta bulunan pencerenin camındaki silik görüntüsüne baktı. Dağınık saçları, yaşamındaki karmaşanın yansımasıydı adeta. Gittikçe donuklaşan bakışları, aylarca süren hıçkırık saatlerinden sonra benimsediği gamsız ruhunun gören hali olmuştu. Ellerinin arsız titremesi, sarkak yürüyüşü, dengesiz soluk alışverişleri sırtındaki kambura binmişler, karnındakiyle birlikte hayatını yalpalayarak geçirmesine el vermişlerdi. “Sıkışıp kalmışlığının vesikası, benim suretimle eşleşmesin” diye mırıldandı dudaklarını zorla açarak.
Dilediğince mühürler bağlasın, yine de aklında düşünemediği ağzına düşmüştü. Onun karnını yırtmasına, dünyaya nefes katmasına izin vererek özgürleşeceğini, cesaretin ta kendisine meydan okuyacağını düşünsün; < kadınlık gururunun> örselendiği fikri çomak sokuyordu bilincine inceden. Halbuki, bütün aidiyetlerden, kutsanmış gerçeklerden, kutsal kitaplardan, meyden ve neyden arınıp paklanmıştı – kendi kirli sularında-. Şimdi fark ediyordu. Günlüğünde mürekkebe bulayıp akıttığı sözcüklere dahi, riya bulaşmıştı. Gerçeği kendi gözlerinden dahi öteleyip, yeryüzünün doğurduğu karanlığa gem vurmaya çalışmıştı beyhude. Acziyeti, teninin en kuytusunda dahi hissetti.
Çeyrek asrı üç geçe, yakalandığı bu amansız illet, kadınlığının çeşitli evrelerinde yaşadığı üst üste gelen uyanışları yerle yeksan etmişti. Tek tek üstlendiği roller, üzerine geçirdiği kostümler, direnerek aldığı kararlar, ellerini tersine açıp vazgeçtiği dualar, sığındığı damın saçağını bozma pahasına söktüğü derin inançlar, eylemler, ağız kenarlarını yırtarcasına koyverdiği bağırışlar, her bir simgeye kurban olan eller, postallar, topuklu pabuçlar, kuyulara ettiği itiraflar, ilk kan, ikinci kan, büyülü geceler, büyüsüz geceler, gizlerini arkasına sakladığı gözleriyle övünen bir kadın, özgürlükle esaretin ayrımını dolambaçta kaybeden bir akıl, kamburuna inat dik yürümeye çalışan bir beden… bir zamanlar yoğun anlamlarla bezenmiş her sözcük, pahada yüksek her rakam ve çizgileri ucu ucuna yetiştirmeye çalışan her nokta bir kadın ve bebeğin yarattığı yuvarlak bir karanlıkta yitirildi.
Bir pencerenin hafif buğulanmış silik görüntüsünden geçip gitmiş, geçmekte ve geçecek olan yaşam parçaları birkaç dakika içinde bu şekilde peyda oldu. Hızla geçen kareler tıpkı onun kadar acımasızdı. Bir melek, bir prenses, bir gelin olmayı düşlediği zamanlar ki, yüklediği sonsuz merhametten kırıntılar aradı kıyıda köşede. Belki de doğduğu andan saçmaya başladığı bu sonsuz kaynak tükenme noktasına geldiği için bir başka doğum bitişi başlangıca çevirmeye yetişti. < kadınlığın erdemleri> diyerek sıraladığı maddeler, sigarasının külüne bulaşmış şekilde duruyordu masanın üstünde. “ dünyanın en büyük zırvalığı bu” diye düşündü o an, birkaç dakikaya kadar kutsadığı kağıt parçası için. Şimdi oldukça eski satırların arasında kaybolmuş bir anısı belirdi odadaki tüm karalanmış, yırtıp atılmış karalama kağıtlarının yüzeyinde. Babasının karın uzak bir düş olduğu şehirde, yağan ilk karı göstermek için şefkatle öperek uyandırdığı o sabahı anımsadı, elini karnının üzerinde şefkatle gezdirerek. Babasının silüeti, zihninin derinlerindeki kara listeden çıkıp, kar gibi yumuşak, kar gibi beyaz bir surete dönüştü ve karşı duvardaki çerçevede buldu kendini. Bebeğini kuşandığı silahları sakladığı cephaneden soyutlayıp göğsünün alt köşesine sakladı sıcacık. Değerlerini bulma yolunda, değerlerini kaybetmiş, doğrularını karıştırmış biçare bir kadın gördü kendinde. Ancak bir ergenin sigaraya başlamasının özentisiyle eşdeğerdeydi eylemleri. Meyi neyi ayrı ayrı ne kadar özlediğini fark etti. Bir kar yumuşaklığı yokladı içini. Nihai ikindi bunalımları son bulmak üzereydi. Umutsuzluğun umuda dönüşmesi ya geceyi buluyordu ya da sabahın bir körünü çünkü. Bir vazgeçiş değil; yeni bir uyanış, bir yeni arayış…zihni durmazcasına dönüyor, bozuk bir plak olmaktan çıkıp, pikapta doğru çalmaya başlıyordu.
Hafif soğuk bir sabah, buz gibi soğuk bir hesaplaşmayla paralel koyvermişti kendini güne. Bir kağıt arandı etrafında. Hiç temiz yaprak görünmüyordu. Sonra daha önce hiç kullanmadığı eski bir defterin ilk sayfasına, daha önce hiç etmediği yeni cümleler yazdı.
‘kızım/oğlum,
Ben tutsak, korkak,güçsüz annen. Varlığın varlığımı yıkmak üzere. Nefesim ikimize yetmiyor zira bedenimi büyütürken, benliğimi küçülttün.
Ancak hiç doğmadan benden daha zekisin. Öyle olmazsa bilmez halinle bilir halime yaşamı anlatabilir miydin? Seni, ahmakça, dünyaya silah olarak kullandığım için beni affet. Ancak baban değil annen olduğum için direnmek zorundayım. Direnişim seninle güçlenip, seninle özgürleşecek. Şimdi farkındayım.
Ben özgür, cesur, güçlü annen. Kanın kanımı yeniliyor. Elbette bir geç kalmışlığın bir suçlusu var. Suçlu kim? Muhtemelen suçlu onlar. Suçlarını asla kabul etmeyecek olanlar. Belki de biri annen…
Bir zamana dek hoşça kal.’

....

Otobüse bindim ve düşünmeye başladım…
Eğer böyle ise yeni bir başlangıç. Benim tercihim belli idi. Yeni bir okula gitmenin heyecanını barındırıyordum içimde. Bana ait ama benden uzak…
Bu benim ikinci üniversitem idi. İlkini çeşitli olumsuz koşullar yüzünden bırakmak zorunda kalmıştım. Tekrardan büyüdüğüm şehre geri döndüm ikinci bir şans için. Sırt çantamı dün akşamdan hazırlamıştım. İçinden sadece bir defter, bir kalem ve yolum uzun olduğu için okumak için bir kitap.
Kapıyı kilitleyerek evden çıktım. Evimde benden başka canlı yok. Böcekleri saymazsam. Eğer bana sorsalar okulun gidişatı hakkında tek bir fikrin var mı diye onlara verebileceğim bir cevap yoktu. Kendimi hiçbir şeye hazırlamadan yola çıktım. Her zamanki gibi doğaçlama yaşayacaktım her şeyi. Daha önce yaşadığımda bir avantajı olamadı benim için ama neyse.
Bu sefer biraz da olsa hazırlığım vardı. Okul öncesinde birkaç kişi ile tanışmıştım ve ümit ediyordum ki okulda tanıdık bir yüze rastlayabileyim. Bunun acınası olduğunu hiç sanmıyorum. Tek sorun kendimi yalnız etme düşüncesi ve bir savaşın içine gireceksem bununla tek başıma mücadele etmemdi. Buna ne kadar dayanabileceğim kesin değildi.
Otobüse bindikten sonra düşünmeye daha doğrusu tahmin etmeye çalıştım. Nedense tahminlerim pek doğru çıkmaz. Okulun nasıl bir yer olduğunu biliyordum. Hocaları az çok tahmin edebiliyordum. Asıl çözemediğim olay o kadar kişi arasında nasıl mücadele verebileceğimdi. Sonuç olarak ben tek kişiydim…
…bahçe kapısından içeri girdiğim zaman şöyle bir etrafıma göz atmak oldu ilk işim. Standart okul gibi gözüktü bana ama şunu biliyordum ki okul standart değildi. Seviyenin üstünde bir okuldu. Tablodan adıma baktım sınıfımı öğrenmek için. Çoğu kişi asansörü tercih etse de ben tercihimi merdivenden yana kullandım. Hızlı değildi ama sevdiğim bir yoldu. Son zamanlarda spora zaman ayıramadığım için böyle ufak tefek şeylerle avunuyordum. Kulağımda hızlı tempolu parçayla adımlarım senkron bir biçimde hareket ediyordu. ‘’ Give it away, give it away, give it away, give it away now!.. ‘’
Sınıftan içeri girdiğim anda kendime bir yer kurgulamıştım. En köşe ve kuytu yer. Hayatımın sürekli içinde yer aldığı gibi bir mekan. Bana ait, bana özel ve beni özetleyen. Kimsenin sınıfta bulunmuyor olması gene benim aceleciliğime geldiğimin kanıtıydı. Şimdi yapılacak tek bir şeyin göstergesiydi bu. Keşf-i okul. Okulda bir macera bulacağımı sanmıyordum ama yapmak istediğim daha doğrusu öğrenmek istediğim şey kendime kısa yollar ve kafa dinleyebileceğim yerler bulmaktı. Kimsenin olmadığı. Kendime has özelliğimi kullanmaya başladım. Akla gelebilecek en absürd yerleri keşfetmeye.
Aklıma gelen ilk yerlerden biri müzik bölümü idi. Kendimi ifade edebildiğim yegane yol. Benim bir parçam. Benim hayatımın yarısından fazlasını içinde barındıran anlam.
Biraz kolay olmuştu orayı bulmam. Bu sefer biraz şans gibiydi. Odalardan biri stüdyo olarak kullanılıyordu ve içeride birisi vardı. Yaşının benden küçük olduğunu tahmin ettiğim ama görünüş açısından benimle aynı yaşta gibiydi. O da birisini beklemiyormuş gibiydi. Bunun sonucuna beni gördüğünde aldığı şaşkın ifadeden anladım. Elinden gitarı bıraktı ve ayağa kalkarak bana doğru geldi. Sanırım hayatımın her zaman içinde olacak bir kısım başlıyordu. Tanışma faslı. Bu seferki biraz hızlı olmuş gibiydi. Nedeni biraz meşgul olması olabilirdi belki de.
Asıl yapmak istediğim şeyi unutmak üzereydim ki o çalmaya başlayınca aklıma geldi. Benimde bir şeylere yeteneğim vardı ve şu anda onu kullanabilirdim. Kendisinden gitarı rica ettim. Her zaman dostlarım olmuştu gitarlar. Bu da benin için yeni bir arkadaştı. Yeni bir yüzü ve sesi vardı. Kendimi en kolay ifade edebildiğim bir arkadaş.
Daha sonra iki yeni arkadaşımla kantine gittik. Birer kahveyi hak etmiştik. İlk konuşmalarımızdan anladığım kadarıyla bayağı ortak yönümüz mevcuttu. Tencere ve kapak mevzusu için biraz erkendi ama daha okulda ilk günden ilk tanıştığım birinin benimle kafa dengi olması iyi bir şeylerin başlangıcı olacağına işaretti. Düşünmeye başladım okuldaki herkes böyle kafa dengi olursa ne olur diye. İşte o zaman gerçekten sıkıcı bir yer olurdu. Kimsenin bir özelliği kalmazdı. Özgünlük yok olurdu. Herkes birbirinin kopyası biçimde cirit atardı her yerde.
Bir anlık dalgınlıktan sonra kendimi ona vermeye başladım. Çünkü konu gerçekten sevdiğim bir noktaya gelmişti. Hoş bu kadar benzer olduğum biriyle ne kadar farklı yönlere kayabilirdi ki? Kantin yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Yeni suretler ve yeni insanlar. Bu kişiler benim için ileride ne anlam ifade edecekler hiç bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey varsa oda her şeyin iyiye gitmeye başladığı idi. Ya da ben öyle zannediyordum. Şu an için düşünecek o kadar şey varken bunları bir kenara attım. Kendime ve masanın karşına odaklanmam lazımdı.
… ve ikinci hayatımızın içinde yer alan kısım: kısacık veda. Arada gene aynı yerde buluşmaya karar verdik. O dile getirmedi ama ben onunda kendini ifade edebildiği tek yerin orası olduğunu anlamıştım ya da müziği barındıran her yer ve nesne.
Masadan kalkıp asansörü arkada bırakıp merdivenleri çıkarken belki de hayatımın en önemli şeyini gözden kaçırmıştım. Ben göremesemde hissetmişti. Biri asansörün kapıdan çıkmış bizim masamıza doğru gidiyordu. Canım arkama dönüp bakmak istediğimde onu kaçırmıştım. Hiçbir şeyin farkında olmadan sınıfa doğru yol aldım.
Kapıya ulaştığımda kapalıydı. Açmak için kola uzandım ama kendiliğinden açıldı. İşte o oradaydı. Mavi gözleri, buğday teni ve bana sabah güneşini hatırlatan sarı saçları. Benim için o anlık bir anlamı yoktu ama ileride olacaktı. Bilmediğim ve beni tamamen değiştirecek kişi karşımda duruyordu…

RUH, SEVGİ, TOPLUMSALLIK ÜÇGENİNDE ‘DÖRDÜNCÜLÜK’

Umutsuzluğunuz ölümsüz bir hastalığa dönüşmeden, ruhunuzu insanlığa satın. Tabi içinizde hala bir promethous yaşıyorsa…
Aşk ile Bilim arasındaki ilişkiyi diyolojik bir okumayla irdelemeye hazırlıklı olun. Gerçi ben böyle bir hazırlık yapmadım ama siz yinede zihninizde canlandırmaya çaba sarf edin : )
‘Bilim vicdanın en yüksek olgunluk aşamasına ulaşmış biçiminden başka bir şey değildir.’ Aşk ise çeşitli vicdan sınamalarının yaşandığı bir yaşanmışlıktır. Bütün algılarımız değişir. Beynimiz farklı türlü işlemeye başlar. Olayları olağan şeklinin dışında değerlendirip farklı yöntemlerle çözümleme yaparız.
Bilim yapmak da bir anlamda buna benziyor; zihnimizin isteklendirmesi önemli etkenlerden biri, Ruhumuz örneğin sadece tinsel bir bilim nesnesi olarak incelenebiliyor. Cesareti ve umudu olan her kişi bilim yapabilir. Tıpkı âşık olabileceği gibi. Yeteneklerden ve şanstan söz açmak bile istemiyorum. Bu günler de Bilim en azından sosyal bilim bu iki unsura bağlıymış gibi bir bilinçaltı zinciri oluşturdum. Bunun sebebi büyük ölçüde kurumsal akademik yapıların gelenekleri yatmaktadır. Bu konuya çok fazla değinmek istemiyorum yazının içsel durumuna aykırı olduğu için. Kısaca şunu söyleyebilirim bilim yapmanın ön koşulu gerekli yeterliliklerin sağlanması değil kafa-kol ilişkisinin geçerliliğidir. Belki başka bir yazı da üstüne gidilebilir bir konu olması özelliğini korumaktadır. Açmadığımız gizli parantezi kapattıktan sonra ruhumuzu insanlığa satma meselesine gelelim. Dedik ya ruh, bilim de nesne olur: Aşkta ise henüz tanımlanamamış bir belirsizliktir. Seni tüm ruhumla seviyorum deriz ya sevdiğimize tüm ruhumuz derken ne demek istiyoruz sorusu kendisini öncelemektedir. Burada biz soruna ruhun toplumsallaşmış, kurumsallaşmış ve bireyselleşmiş yanlarını öne çıkartmak istiyoruz. Ruhumuz nasıl toplumsallaşabilir ve akabinde sevgimiz nasıl toplumsal olabilir? Eğer yaşarken bireyselliğimizi öldürmeyi başarabilmişsek ruhumuz da sevgimizde toplumsallaşabilir. Toplumun çıkarları önünde ruhumuz buna göre kendi varoluşunu sağlar. Sevgimizde nasıl yaşantımızı iyileştirebiliyorsa, güzelleştirebiliyorsa bizim bilincimizi oluşturan toplumsallığı öyle etkiler. Eğer kurumsal yapıların düzenini, geleneğini kendimizde içselleştirdiysek, toplumun karşısında bireyin karşısında kurumu önceleyebiliyorsa kişiliğimiz ruhumuz da buna ayak uydurmak zorunda kalır ve sevgiyi eyleyiş tarzımızda bu gelenekle düzenle benzeşir. Bireysellik tarafına gelecek olursak çift anlamlı bir hadise karşımıza çıkmaktadır. İlki olumlu ikincisi olumsuz bir bireyselliktir. Kişi sevgisini çok özel kılıp onu gizleme, tek başına yaşama içgüdüsüyle hareket ediyorsa sevgisini kutsallaştırıyorsa ruhu bu hale göre değişir, hissiyatımız da buna göre oluşur. Yalnız sevgimiz bizim için bir klavyenin harflerine basmak kadar günlük kişisel bir şeyse, yaşanmışlıklar önemini sadece kendinde yani sadece bu sevgiyi yaşayan iki kişide barındırıyorsa ruhumuz da bencilleşir diye düşünmekteyiz.
…en önemli haz insanın hayalinde canlandırdığı öteki benin kusursuzluğundan kaynaklanır. Çünkü doğa, hayvanlara da yaptığı gibi, insanlara da yarattığı cinsel farklılığın yanı sıra, beynine belirli bir yaş ve mevsimde insanın kendini eksik hissetmesine neden olan belirli izlenimler yerleştirmiştir. Kendini, öteki yarısını karşı cinsin tamamladığı bir bütünün parçası gibi hisseden parça için, eksik parçayı kazanmak, hayal edebileceğimiz doğanın açıkça resmetmediği şeylerin en büyüğüdür. Decartes’in bu düşüncesine katılamıyoruz çünkü bize göre en büyük hazın sebebi ve karşımızdakini sevmemizin nedeni onun kusursuzluğu değildir. (Tabi burada hazımız da toplumsaldır demek istemiyoruz) Bizi tamamlıyor olma olasılığı güçlüdür hatta bunun için sevebiliriz fakat eğer karşımızdakini kusursuz görürsek yanlış bir yola bencilce olan biri hale geliriz ne kendimizin bir anlamı kalır ne de yaşantımızın. Ayrıca yazıda vurgulamaya çalıştığımız toplumsal bakış açısına ters düştüğünü düşünüyoruz…
Bilim toplumsal bilinci karanlıktan kurtarmaya, Aşk ise bireyde güzelleştirmeye toplumsallaştığında insanlığı güzelleştirmeye dayanır. Ki benim yukarda zuhur ettiği üzere geliştirdiğim belirsiz bir anlıkta dostun dediği gibi Aşk güzelleştirmiyorsa ve bütünce kişiyi iyileştirmiyorsa; vicdanen, fikren hem de praxis eylemlilikte ne olduğu tartışılır bir hal alır.
Eğer biz yaşantımızda: ruhumuzu, sevgimizi insanlığı güzelleştirmek için iyileştirmek eylemine yönelik gayret göstermiyorsak. Böyle bir bilince kavuşamamışsak. umutsuzluğu tahammülsüz bir kabulleniş içerisindeysek ve içimizdeki promethousu öldürdüysek ne insanlığa satabileceğimiz (çok iğreti edici bir kelime ama kullanmak istiyorum inatla) bir ruhumuz ne de zihnimiz kalmış demektir. İşte o zaman vay bizim halimize……

BİLİNMEYEN

‘çırpındıkça battığın bi rüya bu’
Batmak rüya ise, uyanmamak kabus olur. Bilmiyordum ve bilemezdim. Bilinmezliğin bu kadar heyecan verici olduğunu anlamak aslında bu kadar bilinmezlikle dolu olmamalıydı. Gözlerimi, yüzümü silerken takıldı ellerim onun kalbinin içine. Yüzümü silemedim onun kalbindeki gamı söküp çıkarmak isterken ve beceremedim hiç. Hala özlüyor, hala yanıyorduk. Özlemekten saçlarımız havaya uçuşmuştu ve üstelik ne yaptığımızı bile bilmezken, bilemeyecekken. Siyah cigaranın ucundan çıkan duman doldururken ciğerlerimizi, biz en saf havayla doldurmak istiyorduk halbuki yüreğimizi ama buydu bizim çırpınışımız, bizim ne dediğini bile anlamadığımız cümlelerimiz. halbuki bilinmeliydi. Bilinmezliğin bu kadar hayat olduğu. Hayatın aslında bilinmeyen rüyaların faili olan bi çingene yalnızlığından ibaret olduğu. Evet yalnızdık ve ellerimiz tutunmak isterdi birinin saçlarının arasında kaybolan çılgınlıklara. Çünkü çılgındık ve ne yaptığımızı dahi bilmiyorduk. Beceriksizce haykırıyorduk birbirimizin suratına ve medet umuyorduk karşımızdaki yalnızlıktan. Kockaca hayatların bi küçük cam kavanoza sığacak kadar ufalabildiğini görüyor, üzülmüyorduk. Kendi hayatlarımızın ise nereye gideceği hakkında hiç bi fikrimiz yoktu. Gitmek veya gitmemek de ne olacağını bilmediğimiz muammalardı. Ve anlamak için çaba gösteremedik. Benim mecalim yoktu hiç. Onunsa içinde kocaman yanan bir ateşi vardı, hesapsızca içini kavuran. Saçlarından düşler örmek istediği bir sevdiceği. Benimse gidecek yada gitmeyecek bir yerim de yoktu. Saçlarına tutulabileceğim bir sevdiceğim de. Sadece güzel rüyalar görmek için uyumak isterdim. Sadece gökyüzünü görebilmek için uyanmak. Onun kederleri vardı içinde. Düş kırıklığını, cam kırıklarına çevirirdi umarsızca ve acıtırdı avuçlarını. Bense yaralarını beceriksizce sarmaya çalışırdım. Beceremezdim. Beceriksizliğimle alay ederdim. Alay ettikçe kendini kandıran yüzü boyalı bi serseri idim. Doğruyu aramanın ne kadar gerekli olduğunu sorgulamak isteyen yada istemeyen, öylece yürüyüp giden biri idim. Ama başka şeyler de vardı içimde. Gözyaşlarımı tutmazdım, hatta çok ağlardım çoğunlukça. O hep sorardı: ‘neden ağlıyorsun?’ cevabı var ya da yoktu. Cevabı neredeydi, bilemezdim ben de.
Notaların içine yuva yapmaya çalışan küçük çocuklardık. Evcilik oynayan ve oyununda gülen bebekleri olan gönlü kırık çocuklardık. Rüzgarın yuvasını savurmasını istemeyen, gönlü güzel çocuklardık..
‘ey, ötesi?
ötesi hiç.’*

*beşir fuad
| Top ↑ |