13 Kasım 2009 Cuma

soyunma evi

gittik. çağrılınca giderdik. çağrılmayan yakup vardı, raftan inmezdi, gidemezdi. tepeden inmeci güneş, cuntacı gecelerin sonatları gelirlerdi. -hepimiz yılmaz odabaşı'nı attila ilhan kulağı sanardık- tonik ve toksik homurtular köşeleri sarar, fuzuli bir köşede kıvrılır uyurdu. bazen ilham gelirdi, bazen biz ona giderdik. gidilirdi, iade-i ziyaretlere küp şekerler, pötibörler götürülürdü. siz de giderdiniz ya, gelmiş gibi sevindirirdiniz adamı. bakakalırdı arkanızdan, makas alırdınız yanağından, saçlarına çok tırnaklı elleriniz gömülürdü. kulak arkası ettiğiniz yalandan çocuk sevme seanslarınızda, babalar erkenden uyumaya giderdi. vardı bir şeyler, gitmenize sebepler her daim vardı. adam duruyordu öyle. biliyorsunuz.

adam size çok şey içirdi, biliyorsunuz, sizi kirletmiş olmakla övündü. ayağınızın altından yolları çekmiş olmakla övündü, bağrışmalarınız kaldı kapı çarpılmadan biraz önce apartman boşluklarında. yüzünüz gözünüz trabzanlardan inemedi, omurganız kapı eşiğinde kaldı, apartmandan bir et parçası olarak çıktığınız günleri bilir bu adam. tüm aşklardan kovuldunuz siz. sanıyor musunuz ki çok şeyi göze aldınız, bir anda yaşlandınız, tüm yapabildikleriniz yüzüne bir kapı olarak çarpıldı. öylece sırnaş dolaş ayrıldınız destansı bağımlılıklarınızdan: bakınız halen adam duruyor, ağzı yüzü eksilmedi.

adam size yalan söylemedi. adama inanmamış olmayı sigorta olarak kullandınız. eğer adama inansaydınız, söylediği her şeyin gerçekleşme ihtimali vardı, ve siz kolunuza takıp gezindiğiniz bu adamın bir adım daha yaklaşmamış olmasına seviniyordunuz. kalp tutulmaları yaşadığınız bu adama saygılarınız, sevgileriniz, biriktirilmiş sarılmalarınız, uzatılmış saçlarınız vardı. biat etmeleriniz, el üstünde tutmalarınız, porselen dişleriniz, naylon özürleriniz, geçiştirilmiş sinirleriniz, dalında kurutulmuş hınçlarınız vardı: bakışlarınız donakaldığında bu adam, hiçbir şey yapmamış olmaktan kendine güveni tamdı.

ve siz her günün ertesinde iyi geçirilmiş vakit hesabı yaparken, kendinizden uzaklaştırdığınız kendiliğiniz varken, aniden gözyaşı yağmurlarınız, küresel ısınmalarınız varken, bu adamın kahvesi ve az biraz damıtılmış uydu alıcısı vardı. adam size hiçbir şey yapmadı, çok şey alındınız üzerinize, çok aşkı kör ettiniz, obsesif yanılgılarınızı güzel günlerin acısını çıkarmak üzere bu adamdan öç almak için beylik laflar olarak sıraladınız.

adam temizdi.

uzun uzadıya tartışılsaydı rutubetli hafıza kalıntılarınız, aritmetik ortalamadan çıkarırdınız kuruntularınızı, size bir gökyüzü verselerdi, kuşlar uçmak için kanat bulamazdı. adam diyordu ya "sizi gençlik hayallerinizin gerçekliğine inandıramadım". inanmadınız adama, ayaklarınız vardı sizin, tek duvarı ortak apartmanlar önünde, paspasa silinmiş ayaklarınız. yakup sizi hiçbir yere çağırmıyordu, siz de yakub'a vahiy olarak inmiyordunuz, saçmasapan insanlardınız. ses çıkarılmıyordu size, kimse sizi örselemiyordu, çat diye iki laf arasına sıkıştığınızda gözyaşlarınız hemencecik ortama dalıyordu. size kızamıyordu adamcağız, tartışmaları büyük kavgalar olarak görüyordunuz, siz hiç kavga nedir bilir misiniz? yakup her daim ketum, siz de her daim anlaşılamayan göğüslerdiniz.

bir sabah yakup'a verdiklerinizi, -haşa yakup almamıştır siz vermişsinizdir- yüzüne vurmaya çalışırken, adamcağız su sızdırmaz şişelerde bulmaya gitti kendini. sakın demeyin vazgeçmelerin ustasıdır diye, yakup'a inen ayetleri bilmezsiniz, tanrı yakup gibi insanlar üzerinden yürütür işlerini. ve yakup sizi sınamaz, ödev vermez, sorguya çekmez. ve bu adam size şişeler getirmişse, hediye olarak görmeliydiniz. para üstü olarak almalıydınız. depozito olarak görmeliydiniz, yakup'un içinde özgürce gezinebilmek için. yakup sizin ağzınızın içine çemkirmeler yerleştiren adamdır, yakup diye bağırmalarınız bundan.

zır zır gelmeyin artık "kim o?" değilsiniz siz. b blok 2.zil'i soyunma evi olarak görmeyin, yakup'a gelmeyi kaçamak olarak gördüğünüz sürece, esas olarak bilmediğiniz sürece, kaçtığınız gibi gösterdiğiniz şeyleri içinize sokmayacak bu adam. yakup'a gelirken neden hayat yorgunu olduğunuzu söylersiniz, neden yakup'a imajiner bahaneler getirirsiniz istediğinizi almak için?

biliyorsunuz yakup çağrılmayan'dır, yakup'a giderken bir paket küp şeker ve pötibör götürünüz.
10 Kasım 2009 Salı

TİKSİNGEN VOL 3

Tiksingen GBT’de durdurulur.Çünkü neden?Çünkü gerçek adı Bahattindir. Kütüğü Divriği’dedir.

Tiksingen tiksinç arkadaşlarıyla beyoğlu’nda gözlerini süzerken karşısına çıkan bir sivil polis tarafından durdurulur.Kimliği istenir. Kimliğini arkadaşlarına göstermemek için yılan dansı gibi ama aynı zamanda Ankara havası gibi de hareketler yaparak, akla karayı seçer. Fakat iş işten geçmiştir. Yanındaki arkadaşı Berkecan, kimlikteki Bahattin ve Divriği kelimelerini açık seçik görmüştür. Bahattin’in tiksingene dönüşme yolundaki ilk adımları bu GBT’den sonra atıldı dostlar.

Bu olaydan sonra aylar süren zekasız dalga geçme seanslarının baş kahramanı tiksingen oldu. Uzun konuşmalar yaptı.” İnsan kendini nereden hissediyorsa oralıdır, bir Divriği’li ile Mnahattan’lı arasında hiçbir fark yoktur.Ben dünya vatandaşıyım” gibi aslı astarı olmayan cümleler sarfetti. En sonunda dayanamayıp şiddete başvurdu ve bu olay böylece kapandı.


Farkındaysanız bu yazı dizisinin de pek bi orjinalitesi kalmadı. G.tümüzden uyduruyoruz. Ama daha fazla dayanamayacağız.Vallahi bu tiksingenden sıtkımız sıyrıldı.Ona veda edin,hep hatırlayın.Anılarınızda ve Beyoğlu’nda yaşasın.Hem hangimiz birazcık tiksingen değiliz ki,he abi?

Yazı dizisine daha renkli karakterlerle diğer sayıda devam edeceğiz. Gerek, yerli yersiz belirmesiyle tanınan Mutlu, gerekse kıvrak danslarıyla bildiğimiz Korcan hayatımıza renk katacak. Hadi yine iyisiniz. Bye bebişler.

LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN

O gün odamda oturmuş kaplumbağaları düşünüyordum. İnanılmaz vahşi ve bir o kadar da netameli bir doğal hayatın içinde kendilerinden emin ve vakur yaşayışları beni derinden etkiliyordu. O hengamenin içinde korkusuzca ve asla paniğe kapılmadan yürümeleri beni benden alıyordu, kaplumbağalar gibi yaşamanın tadına bakmak istiyordum ve ayağa kalkıp annemin çeyiz sandığının önüne gelmem uzun sürmedi.

İçini tıka basa doldurmuş ıvır zıvırları attıktan sonra annemin dev çeyiz sandığı ile baş başa kalmıştım. Derhal çalışmalarıma başladım. Sandığın yan tarafına kafamın gireceği büyüklükte bir delik açmaya başladım keserle. Epey uğraştım. Canım çıktı, tüm gözeneklerimden dış dünyaya sıvı transferi vardı. Bütün bedenim sanki az evvel Amazon nehrinden sazlıklara av bulmak için dalmış dev bir anakonda gibi nemliydi. Kol kaslarımı bi kaç kez sıkıp gevşettim. Aşağı yukarı oynattım. Sandığın kafam için deliğini açtığım tarafının her iki alt tarafına da kollarımı çıkarabileceğim delikler açtım. Aynı şekilde arka tarafına da ayaklarımı çıkartacak delikler. Annemin özellikle yeşil olan farlarını, göz kalemlerini, allıklarını bir kovaya doldurdum. Üzerine sıcak sü döküp karıştırdım hafifçe. Balkondaki mangal kömüründen de bi parça aldım. Sandığın üzerine kömürle kaplumbağa kabuk desenini işlemeye koyuldum. Sınırları bitirdikten sonra ortalarını önceden hazırladığım yeşil boyalarla bezedim. Enfes olmuştu. Uzaktan bakan biri annemlerin yatak odasına dev bir kaplumbağa girmiş sanabilirdi. İşin garip yanı birazdan girecekti de. Dev bir kara kaplumbağası olmam için saniyeler kalmıştı.

Güzelce aşörtmenimi dizlerimin üzerine kadar çemirleyip kafamı, kollarımı ve ayaklarımı da yeşil kovaya sokup çıkardıktan sonra atladım sandığın içine, kapağını da kapadım üzerime. Az evvel bir kaplumbağa olmuştum ve çok mutluydum. Etrafıma daha önceden dizmiş olduğum küçük komodinler ve şifonyer ile uzaktan bakılınca sevimli bir kaplumbağa ailesi gibi görünüyorduk. Anneleri yahut babaları bendim. Ailemi seviyordum. Bir süre öylece durdum kafam sandıktan dışarıda. Sonra başladım yürümeye. Kaplumbağaların neden bu kadar yavaş yürüdüklerini derhal anlamıştım. İnanılmaz zordu. Sandık inanılmaz ağırdı. Annemlerin yatak odasının ortasından kapısının önüne 15 dakkada gelebildim.

Saatler geçmişti. Açtım ve marul yemek istiyordum. Mutfağa gitmem lazımdı. Şimdi yola çıksam anca ikindi oraya varabilirdim. Evimi diklemesine kapıdan geçirmem lazımdı zira kapıdan geçemiyordum. Görkemli ve heybetli bir kaplumbağaydım, kabuğum dev gibiydi. Diklemesine geçeyim derken kafamın üzerine devrildi sandık. Kafamı ani bi hareketle içeri çekmesem boynum kırılabilirdi. Doğal hayat çok tehlikeliydi. Ölümden dönmüştüm. Baktım olmuyor sandığın kapağını açıp koşarak koridora girip mutfağa doğru yola çıktım. Koridorda kendimi birinciliğe doğru koşan kendinden emin Elvan Abeylegesse gibi hissettim. Mutfağa girerken dişlerimi Ronaldinho gibi yaptım. Buzdolabını açıp marulu aradım. Bi kaç zeytin, salam ve kaşar attım ağzıma. Marulu bulup koridora doğru yöneldim. Mehmet Yurdadön gibi yatak odasına döndüm.

Yatak odası kapısının eşiğine, sandığın kafa deliği bölgesinin önüne bıraktım marulu. Bi kaç parça marulu da komodin ve şifonyerin önüne bıraktım. Ailecek yemek yiyecektik. Sonra derhal sandığın içine atlayıp kapağı kapattım. Kollarımı ve bacaklarımı deliklerden dışarı saldım. Başımı da dışarı çıkarır çıkarmaz bir de ne göreyim. Nefis bi marul. Derhal yumuldum. Ama tabi ki bir kaplumbağa estetiği ve zerafetiyle. Yavaş yavaş çiğneyerek yedim. 5 dakkada marulu koparıp, 15 dakka çiğnedim. 3 saatte yedim marulu. Çenem zonkluyordu. Karnım da doyduğundan yorgunluğun etkileri esneme ile kendini gösterdi. Derhal kafamı ve diğer uzuvlarımı kabuğumun içine çekip uykuya daldım. Dışarıda yürüyen aslanlar kaplanlar bana şu an için hiç zarar veremezdi.

Tanıdık çığlıklarla sıçradım. “Yetişin hırsız vaaaaaar! Poliiiiiis!”. Kafamı delikten çıkarır çıkarmaz babamla göz göze geldik, daha sonra da annemle. Koridordan bana bakıyorlardı. Babamın elinden telefon yere düştü. Annem benim kafam delikten çıkar çıkmaz yeni çığlığını basıp bayıldı. Etrafım tanımsız doğa yaratıkları ile kaplanmıştı. Korkmuştum derhal uzaklaşmalıydım. Yürümeye çalıştım fakat çok yavaştım. Baktım hiçbir yere yürüyemiyorum derhal ayaklarımı kollarımı ve en son da başımı sandığın içine çektim. Şimdi güvendeydim. Karanlığın içinde bir an tepeden gelen ışıkla gafil avlanmıştım. Kaplumbağa hislerim beni yanıltmıyorsa kabuğumun kapağını birisi açmıştı. Tepeden bana bakıyordu. “Şu an doğada bir ilki gerçekleştirdin. Bir kaplumbağanın evinin tepesini açtın baba. Kabuğum olmadan asla. Şu an besin zincirinin en altına indim. Tüm varoluşumun güvencesini yok ettin artık tamamen savunmasızım doğaya karşı. Sakin ve vakur olsam kaç para eder, ben artık yaşayamam” dedim. “Evet sen öldün artık” dedi babam. “Bari çocuklarıma dokunma!” diye savunma içgüdümle hareket edecekken ben, babam çoktan iki eliyle beni sandığın dışına çekmişti. Babam beni havaya kaldırmış silkelerken gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Zira bana yaşlı gözlerle bakan evlatlarımın korkudan marullarını bile yiyemediğini görmüştüm. Önlerine bıraktığım marullar öylece duruyordu.“ Hiç üzülmeyin, güzel ve uzun bir hayat yaşadım evlatlarım, siz kendinize iyi bakın” dedim. Şifonyere komodini gözlerimle işaret ederek “Kardeşin sana emanet bundan böyle ona sen bakacaksın” dedim. Babam kiminle konuştuğuma bakmak için arkasını döner dönmez ellerinden kendimi kurtarıp, kabuğumun üzerine basıp doğruca koridordan odama kaçtım. Kapıyı kilitleyip yatağımın üzerine uzandım. Çocuklarımı vahşi hayatın içinde bi başlarına bıraktığıma mı üzülsem yoksa artık kabuğu olmayan bir kaplumbağa olarak hayatın içinde kalmış olmama mı? Kabuğu olmayan bir kaplumbağa kaplumbağa sayılır mıydı? Bilemedim. İpekböceği gibi kala kalmıştım aşörtmenimle hayat içerisinde. Uykuya daldım. Rüyamda Amazon nehrinde sel suları ile alevlenmiş bir akıntıya kapılmıştık. Elvan Abeylegesse ve Ronaldinho şifonyere tutunmaya çalışıyordu, Mehmet Yurdadön de komodinle su üzerinde kalmaya gayret ediyordu. Ben de annemin çeyiz sandığı üzerindeydim. Fakat açtığım deliklerden su giriyordu içeriye. Batıyordum

O gün odamda oturmuş bowlingi düşünüyordum. Bir şeyler üretmek yerine yıkımı seçmiş bir oyundu bowling. Bu hali bile doğaya ne kadar özdeş bir oyundu. Gözlerim yaşardı, duygulandım. Doğada aslen her şey yok olmaya mahkumdur, yıkılmaya, yok olmaya. Entropi denen bir şey var nihayetinde. Bir bowlingci olmaya karar vermem koridora çıkmamdan az evvel verilmiş bir karardı. Gözlerimi bir köstebek gibi kısıp mutfağa doğru yol aldım.

Uzun koridorumuzun sonuna kola şişelerini, zeytinyağı şişelerini, annemin parfüm şişesini, sirke ve nar ekşisi şişelerini güzelce dizdim. Babamın dün pazardan aldığı karpuza güzelce 3 adet delik açtım. Parmaklarımı sokup denedim. Adeta şahsım için tasarlanmış özel bir bowling topum olmuştu. Parmaklarım kelimenin tam anlamıyla cuk diye ses çıkararak oturmuştu deliklere. Gülümsedim. Derhal atışımı yapmak üzere yerimi aldım. Güzelce gerildikten sonra bowling topumu bütün kuvvetimle fırlattım labutlara doğru. Mükemmel bir atıştı. Şişeler büyük bi
gürültü ile patlamıştı. Sadece bal kavanozu ayakta kalmıştı. Onu devirmem çok mühimdi. Yoksa bana puan yoktu. Dolayısıyla mutfağa gidip diğer karpuzu aldım. Ona da malum delikleri açtıktan sonra iş bilir hareketlerle parmaklarımı yerleştirdim. Nişanımı aldım ve fırlattım. Ve evet bal kavanozu da tuz buz olmuştu. Koridorun sonu görünüyordu. Tekrar düzenleyip yeni puanlar almak için sabırsızlanıyordum. Evde bowling topu bitmişti ama bakkal Mehmet Amcada daha bi sürü vardı. Koridorun sonuna doğru yürüdüm.

Koridorun sonu tanınmaz haldeydi. Bal, zeytinyağı, parçalanmış karpuz parçaları ve suyu, kola, sirke, cam parçaları, nar ekşisi hepsi birbirine girmişti. Bowlingin ne kadar zor bir spor olduğu buradan bile belliydi. Birden odamda açık olan pencereden içeri giren sinekler doluşmuştu ortama. Yerlerden de karınca sürüleri sökün etmişti. Gözlerim belerdi sevinçten. Doğanın kımıldanmasına şahitlik ediyordum. Hayat sürprizlerle doluydu. Evin tüm pencerelerini açtıktan sonra derhal yerden avuçladığım karışımları kafama gözüme sürmeye başladım. Tüm vücuduma sürdüm. Aşörtmenimi de sıyırıp bacaklarıma her yerime sürdüm bulamacı. Sonra da lotus oturuşu ile hengamenin ortasına kuruldum. Sessizce nefes alıp vermeye başladım gözlerimi kapatıp.


Tüm vücudumu karıncalar sinekler kaplamıştı. Arıların gelmesi de uzun sürmedi. Bi kaç tanesi soktu ama yerimden kımıldamadım. Zevk içinde inledim. Doğanın bedenimde gezinmesi, yeni olasılıklara kucak açması içimde tarifsiz keyifler tutuşturuyordu. Ara ara gözlerimi açıp ortama bakıyordum. İnanılmazdı. Tam bir jungle gibiydim. Envai çeşit böcek üzerimde geziniyor sevinç içinde bacaklarını birbirine sürttürüyordu. Doğanın, evrimin, hayatın bir parçası olmaktan gurur duyuyordum.


Annemin çığlığı bowling salonunu inletti. “Bey yetiş!!! Evi böcekler basmış!” “Kimsenin bi yeri bastığı yok anne. Lütfen olayları saptırma. Her şey bowlinge gönül vermemle başladı. Böcek dostlarım da beni izlemeye geldiler.” dedim. Babamın mağluplara özgü, özgüven eksikliği hissedilen küfürleri labutlara çarpıp sineklerin kanat çırpışlarından sekerek kulaklarımda patladı. “Lan sen ne diyon gene!!! Seni böcek gibi ezerim laaaan!” Hakkı vardı. İstese ezebilirdi ve bu hiç iyi değildi. Babamın koridordaki Servet deparını görünce derhal ayağa fırladım. Ayağa kalkar kalkmaz ayaklarım yerden kesildi ve acemi bir buz patinajcısı gibi gerisin geri yere kapaklandım. Her yerime cam parçaları girmişti. Bazı böcekleri ezdiğimi görüp saniyeler içinde onlar için yas tuttum. Yerde duran aşörtmenimi kapar kapmaz balkona kaçıp kapısını kapattım. Babam balkon kapısının camlarına gelmiş yumrukluyordu. Annem “Ayvalıktan yeni gelmişti o zeytinyağı ühühü” dedi. Babam “Lan elbet sen o balkondan içeri gelecen. İşte o zaman ben gösterecem sana dünyanın kaç bucak olduğunu!” dedi. “Gerek yok baba, ben zaten biliyorum dünyanın kaç bucak olduğunu, 7 adet anakara var dünyada. ” dedim gülümseyerek. Babam bunu duyunca artık anlaşılmaz sesler çıkarmaya, balkon kapısının camında garip görüntüler vermeye başladı. Onu öylece bırakıp balkonun en uzak köşesine, kapıdan görülemeyen köşesine doğru tırıs tırıs ilerledim.

Annemin hiç durmayan serzenişlerinin eşlik ettiği, ara ara bana oğlum iyi misin seslenmeleri ile bölünen, saatlerce süren temizliğinden sonra bowling salonu kullanıma tekrar açılmıştı. Güneş batmıştı. O gece balkonda kamp kurmaya karar verdim. Ev tekin değildi. Karanlıklarda bir yerde babamın bana pusu kurduğunu hissedebiliyordum. Ayaklarımdaki ve kollarımdaki cam parçalarını çıkardıktan sonra mikropları öldürmek için üstüne işedim ayaklarımın. Kollarıma da işemeye çalıştım ama tazyiğini yitirdi. Ben de tekrar ayaklarıma işedim. Sonra yere uzandım. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Uzayın karşısında ne de küçüktük hepimiz. Burnumun ucunda bir karınca durmuş o da göğe bakıyordu benimle beraber. O daha da küçüktü. Onu görmek için zorladığım artık şaşı olmuş gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Karınca gözümden süzülen yaşı bişey sanıp yanaklarıma doğru peşi sıra hızlandı. Hayat devam ediyordu ve bu çok güzeldi. Aşörtmenimi koltukaltıma kadar çekip, cenin pozisyonu alarak uzayın içinde uykuya daldım…
-
Gözlerimi açtım, karanlık. Kapadım. Neon renkli balıklar geçmeye başladı göz kapaklarımın içinden. Kırılan bir ayna sesi duydum. Gözlerimi açtım. Sirenler çalmaya başladı, kırmızı cehennem sirenleri. Bacaklarımdan yukarı yapış yapış bir ılıklık yayılmaya başladı. Islanamıyorum.
Korku filmlerinin sirk müziklerine benzeyen valslerine göz kırpan delilikle baş başa, Venedik'te bir gondola bindik. Omur iliğimi yiyen bir pacman hissediyorum. Zırlayan otobüslere birer mendil verip, baş sağlığı diliyorum. Akort yapan aynalardan yansıyan çarpık silüet derinlerden gelen bir titreme ile çevresine bakıyor, fark edilme korkum var, yapmalı mıyım?
Elini tuttum. Bu anı kaç kez hayal etmiştim, kafamın içinde hep gelmesin derdim ama daha aşağıda gelsin ve hayatım daha dramatik olsun, yaşamımda herkesinkinden farklı diğer insanların bakıp beni gelecekte yapmamın muhtemel olduğu yanlışlar için suçlayamayacağı kadar büyük bir trajedi olsun isterdim. Tarifi zor diye kıvırsam; ama değil, sorumsuzluk, tembellik, bencillik, hatta üçüncü kişiye ithaf edilecekmiş gibi hava da kalmasın sorumsuzum, tembelim, bencilim. Gözlerini gözlerime dikti. Son sözünü söylemek için ağzını açtı. Sözler yerine “Bıa” gibi anlamsız bir ünlem çıktı ve son nefesini orada vermiş oldu. Garip ağlayabiliyorum. Hep ağlamam herhalde derdim, diğer ölüm haberlerini alırken başıma gelen duygusuzluk bunda da olur diyordum.
Dinle Ney'den bir kürdilihicazkâr taksim.

Hiç.

Öykülerime orospu gibi davranmayı bırakmalıyım artık. Çirkin, iyi yürekli ve dengesiz olduğum için kadınların beni tercih etmediğinin farkındayım. Evet her zavallı gibi porno izliyorum; ancak izledikten sonra estetiğin o kadar aşağılanmasını kaldıramıyorum, hatta seks o kadar iğrenç ve itici geliyor ki o kadar hayvansı, tiksinç. Eğer birazcık daha fazla iradem olsa, Nietzsche gibi en az 5 senelik bir ara vereceğim cinselliğe somut anlamda.

(Geri kalanını tamamen doğal bir adam ve toplum arasındaki ilişki üzerine olsun Sokrat ve atinalılar gibi.)(İşte bu öyküme başlamadan önce öykümün geri kalanı için düşündüğüm ilk konuydu.)

Yatağımın hep solundan kalkmışımdır; çünkü sağ kenarı duvara dayalıdır. Neyse işte kalktım, sabahlığımı giydim, tuvalete gittim, elimi ıslatıp ayılmak için yüzüme dokundum, sonra işte mutfağa gidip bir şeyler içtim, ve odama döndüm. Sabahlığımı çıkardım, yatağın sıcaklığını son birkez hissetmek için içine tekrar girdim, sonra da biraz daha kalırsam uyuya kalacağımı düşünüp yataktan çıktım. İç çamaşırı giymekten nefret ederim ama yine de giydim, sonra elime gelen ama rengini sevdiğim bir şey gelmezse değiştireceğim bir üst ve bir alt seçtim. Ders kitaplarımın olduğu çantayı aldım ve evden çıktım. Bir ağıt parodisi yapan yaşayanlar, kusursuzluklarının derinliklerinden başlarını kaldırıp bakabildikleri zaman varolamadıklarını anlayacak ve unutmak için tekrar dans etmek isteyeceklerdir.(Ah Stravinsky bana neler yazdırıyorsun(!))
Okulun yolunu gözümde büyütmekle beraber yine de gitmek zorundaydım. ARRGGHH!! Delicesine bir cinnet!!Gymnopedia no:1 bile biraz sakinleştirebiliyor beni. Öfkemi yöneltebileceğim bütün nesneler o kadar haklılar ki, sürrealist odunlara karışmış büyük portakalların delirmesindeki yaratıcı yumuşaklığın saçma şiirseliğine bakmak istiyorum artık. Zihnimi parmaklarıma bırakıp saçmalamanın geniş özgürlüğünü tatmak da denebilir buna. Tanrım kendim olabileceğim bir anın bile olmaması ne kadar öldürücü dersem o kadar burjuva bir sanatçı gibi davranmış olurum ki, dürüstlük, temel anlamda güç demektir. Kendisi olamamaktan yakınan bütün zayıf iradelilerin yanındaki yerimi almadan önce belirtmek istediğim yargı kendisi olamamak dediğimiz olgunun tamamen kişisel zayıflıktan ve irade yetersizliğinden kaynaklandığını ve bunun ayıplanması gerektiği ya da bu benim başka bir acınası ilgi çekme çabam, fark etmez ikiside zayıflıktan gelir. Tanrım hala yatışmadım. Daha fazla yazmak daha fazla saçmalamak istiyorum, tatminsizlik iğrenç bir duygu. Kuru girdapların baktığı çizgiye bakan her nesnenin uç uç böceği kadar şirin sevişebileceklerini düşünenlere göre aslında dünyanın yokluğu ya da varlığı bir postmodern tartışma değildir ancak Tanrı'ya dair ontolojik bir suçlama olabilir.
Okula geldim. Derslere istersem girerim istersem girmem. Bilmiyorum, yazmaya biraz üşeniyorum, bu da tembelliğimden ileri geliyor. Yazıyı yazmamın temel sebebi okuyanlara kendim hakkında tamamen dürüst olarak ne kadar güçlü olduğumu gösterme çabam. İnsan kendiyle ilgili her şeyi bilmeye çalışmamalı bazen. Fazla ergen duyuluyor yazdıklarım tekrar okuyunca, o zaman birazcık daha özgürlüğümü tadayım: nefret ediyorum yumuşayan melodilerin sokaklardaki yürüyüşüne bakarak boşalmaktan, ve manevi huzur denilen kırmızı balıklara bakan her fenafillah gölgesinin görmek istediği şey, dünyanın yandığı ve onların da bu yangından bir parça taşıdığıdır. Kuytu köşelerin derinliğindeki huzur, karanlık ve okşayıcıdır, esriklerin bir balkabağını yermişçesine jazz dinlediği bir okşayıcılık.

Nesnel anlamda, şu insani mantığımın sınırlarını aşmak istiyorum.

Derslere girdim. Benim için faydalı olduklarını düşünüyorum, Fransızca'yı gerçekten öğrenmeliyim, İngilizce'nin bana kattığı yararı göz önünde bulundurunca bu vazgeçilmez bir istek. Yazdığım bölük pörçük her şey bir “ben” eder mi?? Biliyorum basılmadan kimse yazılarımı okuyup bu herifin bilinçaltı neymiş ha bunu bir inceleyelim, bir analiz edelim anlamaya çalışalım demeyecek. Sikerim ya... Desinler isterdim. Onaylanmak değil, incelenmek isterdim, bunun sebebi de kendimi tahlil edişime o kadar da güvenmeyişim. Yaptığım işin oldukça feminen olduğunu düşünüyorum yani şu anda aklıma gelen her şeyi kağıda dökmenin, Tanrım hissetmekten nefret etmiyorum, hissettiğimi yazmaktan nefret ediyorum; çok bayağı ve itici geliyor. Sanki okuyucuyu çekebilecek başka hiçbir malzeme yokmuş gibi onlarında sizin gibi hissettiğinizi umarak hislerinizi yazmak tanrım ne kadar bayağı ve itici ve romantik ve çocukça ve aptalca ve bilmiyorum saçma. Bu kadar karşı çıkmak da iyi değil diyalektik anlamda benim de böyle bir şey yapabilmemin ne kadar olası olduğunu gösteriyor. Sanırım Schoenberg dünya üzerindeki en karamsar adamdı.,
Derslerden çıktım. Tiyatro atölyesine gittim. Uzun süredir kendimi ait hissedebildiğim tek yer(işte üste hissetiklerini yazmak üstüne yazdıklarımdan sonra şu hale bakın. Diyalektik!Hakikaten büyülüyor bazen beni). Şu ana kadar hiçbir atölye mensubuna yalan söylemedim, ama bunun iki sebebi var: bir hakikaten yalan söylenmeyi hak etmeyen insanlar, iki yalan söylemeye korkuyorum onların anlamasından değil, korkuyorum çünkü biliyorum ki onlarda en az benim kadar iyi yalancılar, ki ben zaten çok çabuk inanırım sevdiğim insanlara, ya bana yalan söylerlerse, hani kaldıramam değil ama yine de bu düşünce beni rahatsız ediyor. Amaçlarını bazen anladığım bazen de anlamak için düşünmediğim egzersiz ve oyunları gerçelledikten sonra dağıldık. Birileri bir yerlere içmeye gittiler, ben ve bir iki arkadaşımda evlerimize gittik. Schoenberg dinlemeye başladıktan sonra garip bir tatmin duygusu var şu anda. Deliliğimi dinliyorum.
Eve geldim. Hiçlik ve hiçlik. Çantamı salondaki yemek masasının sandalyelerinden birinin kenarına asıp odama yöneldim. Ben ve deliliğim. Ben deli değilim, cidden değilim. Tanrım sanatsal yaratıcılık adını vermeye çalıştığım şeye dair bile söyleyebileceğim çok az şey var, bu sanatçıyı sanatçı olmayandan temel fark olabilir bilmiyorum, tanrım Schoenberg o kadar güzel geliyor ki şu an, olmayabilir de. Bir üslup kaygısı taşımadan yazmak bir üslup mudur? Sanatsal dehaya sahip olmak için yapmak lazım diyebileceğim ne var ki...Bir sürü ölümlünün kendi kusur(usuzluk)larının farkında olmadan birbirlerini yok etmeye çalıştığı bir yer yaratılacak ve deli ben olacağım ha. Bu gün yazmak için boş bir gün ve çok boş şeyler yazıyorum , aslında bu boşluğun temel sebebi odaklanmıyor oluşum eğer dinlediğim şeye ya da kendime odaklanabilirsem eminim yazmaya değer bir şey, yaratmaya ya da yeniden şekillendirmeye değer bir şeyler bulabileceğim, o kadar fazla şeyi silmek istiyorum ki... Delilik... Çok fazla yok etme isteği... Nesnel ve mantıklı bir sebebe dayandırarak adam öldürmek o kadar itici ve yanlış ki, ve o kadar gerçek, ve o kadar umutsuz ve o kadar karanlık, ve acınası , ve zavallı ve duygusuz ve duyarsız ve sahte. Çekiçle çiçek çakmaya başlayacağız yakında, tanrım bu boşluk bu bir şeyler söyleyememenin getirdiği ağırlık, eziliyorum.
Duş aldım ve sonra yatıp uyudum. Gözlerim kapalı ama hala düşünüyorum. Neon renkli balıklardan kaçmaya çalışan cehennem sirenlerine ağlayan otobüslerin aynadaki yansıması fark ederse bana kaçmamı söyleyecek? Yapmalı mıyım? İmgeler yaratmalıyım kendime, arkasına saklanabileceğim imgeler, ama gerçek hayatta değil düşüncede ve sonrada bu imgeleri kırıp atmalıyım ki kendime “ işte sen bu kadar güçlüsün arkasına saklandığın imgeleri kırıp attın” diyebileyim. Bir insan kendiyle yüzleşip yok ederse kendini geriye ne kalır ki. Tanrım kendimden başka neyim var benim, eğer arkasına saklandığım ve beni benden sakladığına inandığım imgeleride yok edersem beni benden kim koruyacak. Korkuyorum, üstelik o pezevenk şairlerin söylediği yapmacık bir korku değil, gerçekten korkuyorum kendimden, anlatamıyorum ne kadar korktuğumu, böyle bir an gelecek sanki, ve ben kendimle yani tam olarak kendimle baş başa kalacağım ve böyle yaratma gücüm tükenmiş olacak, ve ben kendimle o çok rus bulduğum ölüm dansını yapacağım, ve o kadar yorulacağım ki. Birazcık daha güçlü olabilseydim ben, ve sayın ikizim Versilov, yok etme tutkum, birazcık daha ben olmasaydı. Benin benle buluştuğu an da başlayan o saf delilik,o trajedi, kişiliğimin paramparça olması ve kendim diyebileceğim tek şeyin bildiğim anlamda beni yok etmekten başka hiçbir şeye yaramamış olması, yine de utanmıyorum.
Sayın okuyucum, Ben Doğu Kaan Eraslan, gururlu, çirkin, tembel, dengesiz, sorumsuz, bencil ve iyi yürekli bir insanım. On dokuz yaşındayım, üç haftaya falan yirmisine basacağım, sana sunabildiğim tek şey kendi kendime yarattığım gülünç kişiliğimi yok etme oyunlarım ve sıradan bir günüm, her şey için teşekkür ederim.
Kapıda duruyorum. Elimde ki metal nesneye bakıyorum. Soğukluğu korku ve güven veriyor. İki karşıt duygu iç içe. Karşımdaki insanlara bakıyorum. Hayatı ne kadar boş yaşıyorlar. Anne baba parası yiyerek okul kantininde birbirlerine hava atıyorlar. Gelecek kaygıları olmadan.
Hepsinin kafaları teker teker gözümün önünde. Büyük birer hedef gibi. Ama beyinleri küçük. Elimdeki nesnenin güven duygusu artmış gibi. İçeri girerken ki korku azalmaya başladı. Hepsi potansiyel nişan tahtası. Masalarda kızlı erkekli oturuyorlar ve son aldıkları şeyleri birbirlerine göstererek hava atıyorlar. Üzerlerinde tek kuruş emekleri olmadığı halde onların olan şeyler.
İşte onu görüyorum. Oturmuş belki de karşısındakinin anlattığı bir fıkraya ya da espriye gülmekte. Onun güzel yüzüne gülmek yakışıyor. Sarı saçlar, mavi göz, ve açık buğday teni. Ya da biraz sonra kafasına yiyeceği olan kurşunun açacağı delik. Onun yanındaki ve de yanındakinin yanındakinin yanındaki. Kaç kişi gidecek bir kurşunla. Hayatlarını ne kadar pahalı yaşasalar da kafalarına girecek bir kurşunun değeri çok ucuz olacak.
En yakın arkadaşım şu anda neredeydi? O da benimle beraber bu kapının yanında durmalıydı. Aynı çıkarken olduğu gibi. Ama onun yeri artık sabitti. Bundan sonra da hiç değişmeyecekti. Elimde son sahibinin canını almış olan metale bakıyorum ve tahta kapının altında duruyorum. Yanımda oda olmalıydı.
Birisi geliyor kapıdan çekilmemi istiyor. Herhalde çok uzun süredir dikliyorum kapıda ve düşünüyorum. Yüzlerce kez girdiğim kapının içinden belki de son sefer geçeceğim canlı olarak.
Elimde ki nesnenin güveni beni iyice kavramış korkuyu azaltıyor. Kendisi de onu görmemiş olmalı ki beni ittirip bağırıyor. Metali görse korkudan altına sıçacak. Tam o anda yanındaki kız farkediyor ve onu çekiştirerek uzaklaşmak istiyor. Ve olaylar birden gelişiyor.
İki mermi bir çift elele yerde. Ölürken bile bırakmıyor elini. Acaba gerçek sevgi bu mu diye anlık bir düşünce belliğimi kaplıyor. Ama sadece anlık. Çünkü atılan çığlıklar beni kendime getiriyor. Ve o anda yapmam gereken içgüdüsel olarak harekete geçiyor. İçimdeki dişliler son hızla çalışıyor. Kapının altından çıkıyorum ve kendi şovum başlıyor.
Sadece 4 mermi sıkıyorum o masaya. En başta ona. Iskalamıyorum. Merminin biri onun o güzelim mavin gözünün içine giriyor. Yüzlerce defa bakıp hayallerin içinde gezdiğim gözlerden biri yok oluyor. Diğer mermilerin hedeflerini bulduğundan eminim çünkü iyi nişancıyımdır. Bu konuda bir hatam olmamalı. Artık mermiler belirli yerlere postalanıyor kendine göre ama doğru yerlere eminim ki hata olmayacak. Son bir mermi var cebimde. Oda bana bir hediye kendim için. Hayatın bana attığı en büyük kazık ben olsam da bir mermilik değerim olmalı değil mi?
Ve işte son merminin sırası geliyor. Kafama bana güven veren metalcik dayalı. Düşünüyorum da olaylar nasıl bu noktaya geldi? Elim tetikte o ufacık nasıl bu kadar büyük şeyler yapabiliyor? Yavaşca kavrayan parmağım kasılıyor ve tetik çerçevesine doğru yaklaşıyor. Metalciğin her şeyini hissediyorum iğne kovanın arkasına değiyor. Ve mermi harekete geçiyor kovanını yana atıyor. Kurşun yivlerden dönerek ucundan fırlıyor. Baaaaa... Dıııı dıııı dııııt! Dıııı dıııı dııııı! Dıııı dıııı dııııt!...
Yatağımda doğruluyorum saat 7.15. Otobüsü kaçırmamam lazım. Yandaki yatağa bakıyorum boş. Sahibinin yeri artık yatak değil. Hiç hareket edemeyeceği bir yerde şimdi. Üstümü değiştirmeden yattığım için kırışmış giysiler. Komidinin üstünden metalciği alıyorum. Elime alır almaz bir korku duygusu geliyor ama aynı zamanda güven. Belimdeki yerine koyuyorum. Uzun süredir ayrı kalmış iki dostun sıcaklık içinde birbirlerine sarılması. Ama bu seferki soğuk. Ve yanındaki mermiyi alıp cebime koyuyorum. Odamın kapsından çıkıyorum arkaya son bir kez bile bakmadan. Bir daha gelemeyeceğim buraya. Düşünüyorum da olaylar nasıl bu noktaya geldi?...
Akvaryumu patlatacağım. Yüzme biliyor muydun?
Kendi ekseni etrafında dönen ölü, haritaya eksik düşen gölge oyunuyla bir coğrafya dersini başlatyor.
Kahraman ve delişmen statü, ekşi oğlanların sıvılarıyla mükemmele doyuyor. Ben, 'bozuk plak gibi tekrarlamak' deyiminin çağrıştırdığı faşist söylemden bahsediyorum, Sen uçak saatlerine bakıyorsun arafa geri dönmek için.
Dolaylı yoldan mücadele!
Kısmi olarak veba!
Tercih sebebi nükleer şamata!
Yanlı yayın yapıyorsun melekler ve tanrı arasında. Yanlı bir şefkati, yanlı bir stand-up'çıyı saklıyorsun yatağında.
Bu vals, bu tarz sana yakışmıyor.
Bela satın alınıyor. Bela raflara çıkıyor. Bela şirketleşiyor. Kesin olan şeyler; örümceklerin, huzursuz bacak sendromunun, yeşilçam kızlarının hiç önemsenmemesi. Politik bir sunum olarak arabesk jazz denenebilir ileriki çağlarda.
Akvaryum endişesi taşıyan mekan. Patladı patlayacak camın olası gürültüsünde yenen akşam yemeğinde, ekonomik gidişattan bahseden kırmızı elbiseli transeksüel, çevresine verdiği geçici rahatsızlıktan ötürü bir hayli memnun görünüyor. 'Dünyanın halinden anlaması' galiba şu ana kadar gerçekleştirdiği en anarşist eylem olarak kişisel tarihine geçiyor.
Kendi eksini etrafında dönen ölü, haritaya ters düşen elin uzun parmakları arasından planete sırıtıyor. Mezar taşında 'benzemez kimse sana' yazacak. Öyle olmasını umuyor..
senin aklına
neden
hep
911'i
aramak geliyor?
'Biliyor musun?Bazen korkuyorum kendi cesaretimden.'
Bazen arınmamız gerektiğini hisseder ve kelimeleri uykulara boğmak isteriz.Ve inadına,rüyalarımıza uçan kelimeler girer.
Bazen arınmamız gerektiğini hisseder ve müziği açarız. Canımız çok yanmasın diye de sesini kısar, gene kendimizi kandırırız.
Bazen arınmamız gerektiğini hisseder ve yolculuk yaparız. Yolculuk yaparız ve camdan dışarı bakarız. Zamanı gelene kadar yolcuyuzdur. Gittiğimizde, gezginliğe soyunuruz.
Bazen arınmamız gerektiğini hisseder ve dostlarımıza birşeyler bağırırız. Bu onların kalbini kırar ve sonrasında dudaklarımız saçma cümleler ile çınlar.
Bazen yazmamız gerekir. Olmayacak ve alakasız yerlerde. Hatta pis yerlerde. Bazense doğru ve temiz yerlerde, bir gıdım kelime yoktur ellerimizi doyuran.
Bazen, kusarız. Hem de nasıl kusarız. öyle bi kusarız ki koltuklara mıhlanırız. dayanamayana kadar kalkamayız yerimizden ve sonra masa teker teker terk edilir.
Bir dağın başındayım. Aşağıda eksilmeyen araba sesi. Araba sesinin olmadığı bir yere gidiyorum. Kendimi tarif ederken 'insanodunum ben' tarifini kullanıyorum. Küsmüş,barışmamış, çiçek bile açmamış bir insanodun.
vazgeçtim.
vız gelmiyor.
(sonrası,bir derin nefes)

PEMPUŞ’A MEKTUP

Sevgili Pempuş, Nasılsın? İyi misin? İyi olmanı Cenab-ı Allah’tan dilerim. Beni sorarsan pek iyi değilim.Nedense sen takıldın aklıma son günlerde. Karalama defterine dönmüş hayatımın kara sayfalarında birden sen belirdin birden pembe farın,saçın başınla. Sahi hala rengarenk misin? Hala çıktığın çocukları ekliyor musun not defterine? Kaş kişi teklif etmiş sayıp döküyor musun kıskanç arkadaşlarının yanında? Vallahi seni çok takdir ediyorum Pempuşçuğum. Annengil seni saç baş yolarken sokağın ortasında sen hala kaşla göz arasında göz süzüyordun komşunun oğluna. Reklamın iyisi kötüsü olmaz tabi. Hayatına adapte ettiğin olağanüstü yaşam felsefen ve düsturunla bu kadar başarılı olabildin zaten. Hele o saçların. Sana bu şanlı ünvanı kazandıran o model model saçların. Biliyorum. Saçların da ruhun gibi kolay şekil alır. Bir gün soran olursun, bir gün saran. Konduğun hayatlara göre yer yer değişiklik gösterir havan. Ama hep pembesindir illa ki. Siyah geceyi kırmızı abajurunla canlandırırsın, bulutları rujunun rengine boyarsın. Hiçbir ansiklopedi baş edemez seninle. Varoluşsal bunalımların da vardır senin. Pardon bulanımların. Aslında oldukça derin bir kızsındır sen. Dünyadaki adaletsizliğe yanarsın mesela. Bu güzellikle nasıl kaptırırsın sevgilini o çiroza. Çalıştığın konfeksiyonda bu çalışmaya bu para az değil mi diye düşünürsün bazen ama sonra vız gelir. Nasılsa sponsor bir koca bulunur. Bir sevgilin de vardı değil mi? Adı neydi? Ha evet. Çılgın Mami. Benden ona selam söyle. Zamanla yeni çizikler atacağın yeni manitalarına da. Sahi neden böyle oldu Pempuş? Çocukluk oyunlarımız ortakken, hayat gailelerimiz neden ayrı birbirinden? Bir ara uzunca konuşalım bunları. Hem belki bana da birini ayarlarsın bu arada kız! Sen de ne kalın kafalı kızsındır. Huyun kurusun Pempuş. Biliyor musun benim de dertlerim var. Parçalara bölündüm. Parçalardan birisin. Bu mektup sana özel bu yüzden. Kafayı sıyırmak üzereyim Pempuş. Çabuk cevap yaz mektubuma. Anangile selam eder, ellerinden öperim. Hoşça kal ruhumun pembe dizisi.

olamazsan aşikar,kurda kuşa şikar ol

Ölü bir cenindi umut ana rahminde
Gezinip durur şimdi
Gölgesiyle beraber
Usunun avlusunda
Ara ara voltada

Gelir çatar ansızınç
Kaçınılmaz,habersiz
Yaşarsın doludizgin, Tanrı yalnızlığında
Sanma,kanma,usanma
Bir ona mahsus değil,bir sana mahsus değil

Aradığj şey nedir?
Düşün bir,kaç tanedir?
Pasifikte bir dalgaysa köpekbalığı boğan
Himalayalar’da kaktüs,kar altında pek vahş

Sanma,sanrın seni sarmasın
Besleme o kargayı
Sanrın Tanrın olmasın
Nesin sen,neye özlem duyarsın?
Koy deseler özleminin adını ne koyarsın?
Bir şey ol!
Bir insan ol!
Bir bitki,bir hayvan ol
Ne olursan ol ama
Gün gibi aşikar ol
Olamazsan aşikar,kurda kuşa şikar ol.

ALLAH SENİ İNANDIRSIN

Valla Delil abi, Allah seni inandırsın hiç unutmadım o günü. Şimdi bizim arkadaşlar ısrar etti gidelim diye ben de kırmadım onları. Allahıma kitabıma bir daha gitmişliğim yoktur. Zaten sevmem pek öyle yerleri. Neyse askere gidecektik o zamanlar. Arkadaşlar da ısrar edince kıramadım. Gidelim dediler, tamam dedim. Keşke demeseydim. Neyse oldu bir kere.
Nerde kalmıştım Delil abi? Yalan söylüyorsam Allah bin belamı versin. Ben girdim ama nasıl utanıyorum. Yüzümü kaldıramıyorum. Birisi de güya benimle dalga geçecek ya tüm şişman karıları bana gösteriyor. Sonra onu gördüm. Ben onu Çinli,Japon falan sandım. Çok hoşuma gitti. Dedim ‘bu olsun.’ Dedim ‘kaç para?’ Yanındaki kadın dedi 25. Bende de yok o kadar. Aslında var da askerlik için saklıyorum. Sonra o kadın yanındakine ‘vallahi abla çok benziyor ona’ dedi. Artık kime benzettiyse Allah bilir. Sonra diğer kadın var ya hani 25 isteyen kadın.’Kaç paran var’ dedi. Ben dedim 15. Olmaz dedi kadın. Ama o güldü. Çok da güzel güldü be abi. ‘Bir şey olmaz be abla,bu delikanlıya da kıyağımız olsun. Gel benlen’ dedi bana. Ben de arkasından gittim. Giderken de kadın arkamızdan söyleniyordu. Fazla uzatmayın falan diyordu. Tabi ben ne kadar sürer bilmem. Giderken bizim şerefsizler de sırtıma falan vuruyorlar. Sanki gerdeğe giriyoruz.
Abi, yalanım varsa namerdim en az kırk,kırk beş dakika içerde kaldık. Nasıl oldu,dur sana anlatıyım. Ben içeri girerken saate baktım. Kadın geldi üzerimi falan çıkardı. Dedi ki ‘sen ona çok benziyorsun.’ Vallahi billahi ben utanıyorum da, soramıyorum kim o. Kim bilir belki ilk sevgilisidir,belki ölmüş kocasıdır. Belki de onu bu yola düşüren pezevenktir. Allah şahit,içim acıdı kadıncağıza. Neyse abi işte hallettik sonra meseleyi. Ben şöyle bir doğruldum yataktan. Bana dedi,’biraz daha dur,hemen gitme.’ Kıramadım be abi. Anam, avradım olsun ağlayacak gibi oldum. Oturduk beş dakika daha. Derken diğer kadın geldi, kapıya falan vurdu. Yeter falan dedi. Ben kalkalım dedim ama kızcağız oralı değil. ‘bir şey olmaz’ dedi, biraz daha yatalım. Sonra öptü beni, ben bilmem nasıl öpülür kızlar. Ne diyeceğimi bilemedim falan. ‘Sen nerelisin?’ diye soruverdim. Vallahi sordum ama sorduğuma da utandım. Ne bileyim abi sonra saçma geldi bana. Ukrayna deyince şaşırdım, kadın tıpkı Çinli filan. ‘Ama Kazak asıllıyım’ dedi sonradan.
Melekler şahidimdir,öyle on,on beş Dakka daha oturduk derken. O çirkin karı bir daha kapıyı falan vurdu. Birkaç laf etti, gitti. Ben ‘yeter, arkadaşlar bekler’ dedim. ‘Bir şey olmaz, biraz daha otur. Hem seni nasılsa bir daha göremeyeceğim. Yat ne olursun’ deyince ben de oturdum. Hakkı var, kadın da çok güzeldi. Beni kime benzettiyse hoşuma gitti. Hani bana benzeyen bir adam bu kadının sevgilisi falansa, anlarsın ya abi işte. Sonrasında kapı böyle sert sert vurunca korktum. Derken bizimki topladı kıyafetini, üstüne yalandan bir şey giydi falan. Kapıyı açtı böyle bizim Hamza gibi pis adamlar. Takım elbise giymişler, siyah renkli. Sakallı iki adam bir bana baktı, bir kadına. Kadına ‘yürü’ dediler. Kadın ‘istemiyorum’ diye odadan çıktı. Hani sanki kaçarmış gibi çıktı. Hani şeytan dedi git bak, kadına ne yapacaklar diye. Tamam, kadın iyiydi,güzeldi ama orospuydu be abi. Bir orospunun peşinden de koşulmaz ki. Neyse Delil abi, öyle garip bir şey yaşadım. Üzüldüm onun için. Allah yardımcısı olsun. Bir daha öyle bir yere gitmedim.
DELİL CİZRELİ
| Top ↑ |