10 Kasım 2009 Salı

LASTİĞİ GEVŞEK AŞÖRTMEN

O gün odamda oturmuş kaplumbağaları düşünüyordum. İnanılmaz vahşi ve bir o kadar da netameli bir doğal hayatın içinde kendilerinden emin ve vakur yaşayışları beni derinden etkiliyordu. O hengamenin içinde korkusuzca ve asla paniğe kapılmadan yürümeleri beni benden alıyordu, kaplumbağalar gibi yaşamanın tadına bakmak istiyordum ve ayağa kalkıp annemin çeyiz sandığının önüne gelmem uzun sürmedi.

İçini tıka basa doldurmuş ıvır zıvırları attıktan sonra annemin dev çeyiz sandığı ile baş başa kalmıştım. Derhal çalışmalarıma başladım. Sandığın yan tarafına kafamın gireceği büyüklükte bir delik açmaya başladım keserle. Epey uğraştım. Canım çıktı, tüm gözeneklerimden dış dünyaya sıvı transferi vardı. Bütün bedenim sanki az evvel Amazon nehrinden sazlıklara av bulmak için dalmış dev bir anakonda gibi nemliydi. Kol kaslarımı bi kaç kez sıkıp gevşettim. Aşağı yukarı oynattım. Sandığın kafam için deliğini açtığım tarafının her iki alt tarafına da kollarımı çıkarabileceğim delikler açtım. Aynı şekilde arka tarafına da ayaklarımı çıkartacak delikler. Annemin özellikle yeşil olan farlarını, göz kalemlerini, allıklarını bir kovaya doldurdum. Üzerine sıcak sü döküp karıştırdım hafifçe. Balkondaki mangal kömüründen de bi parça aldım. Sandığın üzerine kömürle kaplumbağa kabuk desenini işlemeye koyuldum. Sınırları bitirdikten sonra ortalarını önceden hazırladığım yeşil boyalarla bezedim. Enfes olmuştu. Uzaktan bakan biri annemlerin yatak odasına dev bir kaplumbağa girmiş sanabilirdi. İşin garip yanı birazdan girecekti de. Dev bir kara kaplumbağası olmam için saniyeler kalmıştı.

Güzelce aşörtmenimi dizlerimin üzerine kadar çemirleyip kafamı, kollarımı ve ayaklarımı da yeşil kovaya sokup çıkardıktan sonra atladım sandığın içine, kapağını da kapadım üzerime. Az evvel bir kaplumbağa olmuştum ve çok mutluydum. Etrafıma daha önceden dizmiş olduğum küçük komodinler ve şifonyer ile uzaktan bakılınca sevimli bir kaplumbağa ailesi gibi görünüyorduk. Anneleri yahut babaları bendim. Ailemi seviyordum. Bir süre öylece durdum kafam sandıktan dışarıda. Sonra başladım yürümeye. Kaplumbağaların neden bu kadar yavaş yürüdüklerini derhal anlamıştım. İnanılmaz zordu. Sandık inanılmaz ağırdı. Annemlerin yatak odasının ortasından kapısının önüne 15 dakkada gelebildim.

Saatler geçmişti. Açtım ve marul yemek istiyordum. Mutfağa gitmem lazımdı. Şimdi yola çıksam anca ikindi oraya varabilirdim. Evimi diklemesine kapıdan geçirmem lazımdı zira kapıdan geçemiyordum. Görkemli ve heybetli bir kaplumbağaydım, kabuğum dev gibiydi. Diklemesine geçeyim derken kafamın üzerine devrildi sandık. Kafamı ani bi hareketle içeri çekmesem boynum kırılabilirdi. Doğal hayat çok tehlikeliydi. Ölümden dönmüştüm. Baktım olmuyor sandığın kapağını açıp koşarak koridora girip mutfağa doğru yola çıktım. Koridorda kendimi birinciliğe doğru koşan kendinden emin Elvan Abeylegesse gibi hissettim. Mutfağa girerken dişlerimi Ronaldinho gibi yaptım. Buzdolabını açıp marulu aradım. Bi kaç zeytin, salam ve kaşar attım ağzıma. Marulu bulup koridora doğru yöneldim. Mehmet Yurdadön gibi yatak odasına döndüm.

Yatak odası kapısının eşiğine, sandığın kafa deliği bölgesinin önüne bıraktım marulu. Bi kaç parça marulu da komodin ve şifonyerin önüne bıraktım. Ailecek yemek yiyecektik. Sonra derhal sandığın içine atlayıp kapağı kapattım. Kollarımı ve bacaklarımı deliklerden dışarı saldım. Başımı da dışarı çıkarır çıkarmaz bir de ne göreyim. Nefis bi marul. Derhal yumuldum. Ama tabi ki bir kaplumbağa estetiği ve zerafetiyle. Yavaş yavaş çiğneyerek yedim. 5 dakkada marulu koparıp, 15 dakka çiğnedim. 3 saatte yedim marulu. Çenem zonkluyordu. Karnım da doyduğundan yorgunluğun etkileri esneme ile kendini gösterdi. Derhal kafamı ve diğer uzuvlarımı kabuğumun içine çekip uykuya daldım. Dışarıda yürüyen aslanlar kaplanlar bana şu an için hiç zarar veremezdi.

Tanıdık çığlıklarla sıçradım. “Yetişin hırsız vaaaaaar! Poliiiiiis!”. Kafamı delikten çıkarır çıkarmaz babamla göz göze geldik, daha sonra da annemle. Koridordan bana bakıyorlardı. Babamın elinden telefon yere düştü. Annem benim kafam delikten çıkar çıkmaz yeni çığlığını basıp bayıldı. Etrafım tanımsız doğa yaratıkları ile kaplanmıştı. Korkmuştum derhal uzaklaşmalıydım. Yürümeye çalıştım fakat çok yavaştım. Baktım hiçbir yere yürüyemiyorum derhal ayaklarımı kollarımı ve en son da başımı sandığın içine çektim. Şimdi güvendeydim. Karanlığın içinde bir an tepeden gelen ışıkla gafil avlanmıştım. Kaplumbağa hislerim beni yanıltmıyorsa kabuğumun kapağını birisi açmıştı. Tepeden bana bakıyordu. “Şu an doğada bir ilki gerçekleştirdin. Bir kaplumbağanın evinin tepesini açtın baba. Kabuğum olmadan asla. Şu an besin zincirinin en altına indim. Tüm varoluşumun güvencesini yok ettin artık tamamen savunmasızım doğaya karşı. Sakin ve vakur olsam kaç para eder, ben artık yaşayamam” dedim. “Evet sen öldün artık” dedi babam. “Bari çocuklarıma dokunma!” diye savunma içgüdümle hareket edecekken ben, babam çoktan iki eliyle beni sandığın dışına çekmişti. Babam beni havaya kaldırmış silkelerken gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Zira bana yaşlı gözlerle bakan evlatlarımın korkudan marullarını bile yiyemediğini görmüştüm. Önlerine bıraktığım marullar öylece duruyordu.“ Hiç üzülmeyin, güzel ve uzun bir hayat yaşadım evlatlarım, siz kendinize iyi bakın” dedim. Şifonyere komodini gözlerimle işaret ederek “Kardeşin sana emanet bundan böyle ona sen bakacaksın” dedim. Babam kiminle konuştuğuma bakmak için arkasını döner dönmez ellerinden kendimi kurtarıp, kabuğumun üzerine basıp doğruca koridordan odama kaçtım. Kapıyı kilitleyip yatağımın üzerine uzandım. Çocuklarımı vahşi hayatın içinde bi başlarına bıraktığıma mı üzülsem yoksa artık kabuğu olmayan bir kaplumbağa olarak hayatın içinde kalmış olmama mı? Kabuğu olmayan bir kaplumbağa kaplumbağa sayılır mıydı? Bilemedim. İpekböceği gibi kala kalmıştım aşörtmenimle hayat içerisinde. Uykuya daldım. Rüyamda Amazon nehrinde sel suları ile alevlenmiş bir akıntıya kapılmıştık. Elvan Abeylegesse ve Ronaldinho şifonyere tutunmaya çalışıyordu, Mehmet Yurdadön de komodinle su üzerinde kalmaya gayret ediyordu. Ben de annemin çeyiz sandığı üzerindeydim. Fakat açtığım deliklerden su giriyordu içeriye. Batıyordum

O gün odamda oturmuş bowlingi düşünüyordum. Bir şeyler üretmek yerine yıkımı seçmiş bir oyundu bowling. Bu hali bile doğaya ne kadar özdeş bir oyundu. Gözlerim yaşardı, duygulandım. Doğada aslen her şey yok olmaya mahkumdur, yıkılmaya, yok olmaya. Entropi denen bir şey var nihayetinde. Bir bowlingci olmaya karar vermem koridora çıkmamdan az evvel verilmiş bir karardı. Gözlerimi bir köstebek gibi kısıp mutfağa doğru yol aldım.

Uzun koridorumuzun sonuna kola şişelerini, zeytinyağı şişelerini, annemin parfüm şişesini, sirke ve nar ekşisi şişelerini güzelce dizdim. Babamın dün pazardan aldığı karpuza güzelce 3 adet delik açtım. Parmaklarımı sokup denedim. Adeta şahsım için tasarlanmış özel bir bowling topum olmuştu. Parmaklarım kelimenin tam anlamıyla cuk diye ses çıkararak oturmuştu deliklere. Gülümsedim. Derhal atışımı yapmak üzere yerimi aldım. Güzelce gerildikten sonra bowling topumu bütün kuvvetimle fırlattım labutlara doğru. Mükemmel bir atıştı. Şişeler büyük bi
gürültü ile patlamıştı. Sadece bal kavanozu ayakta kalmıştı. Onu devirmem çok mühimdi. Yoksa bana puan yoktu. Dolayısıyla mutfağa gidip diğer karpuzu aldım. Ona da malum delikleri açtıktan sonra iş bilir hareketlerle parmaklarımı yerleştirdim. Nişanımı aldım ve fırlattım. Ve evet bal kavanozu da tuz buz olmuştu. Koridorun sonu görünüyordu. Tekrar düzenleyip yeni puanlar almak için sabırsızlanıyordum. Evde bowling topu bitmişti ama bakkal Mehmet Amcada daha bi sürü vardı. Koridorun sonuna doğru yürüdüm.

Koridorun sonu tanınmaz haldeydi. Bal, zeytinyağı, parçalanmış karpuz parçaları ve suyu, kola, sirke, cam parçaları, nar ekşisi hepsi birbirine girmişti. Bowlingin ne kadar zor bir spor olduğu buradan bile belliydi. Birden odamda açık olan pencereden içeri giren sinekler doluşmuştu ortama. Yerlerden de karınca sürüleri sökün etmişti. Gözlerim belerdi sevinçten. Doğanın kımıldanmasına şahitlik ediyordum. Hayat sürprizlerle doluydu. Evin tüm pencerelerini açtıktan sonra derhal yerden avuçladığım karışımları kafama gözüme sürmeye başladım. Tüm vücuduma sürdüm. Aşörtmenimi de sıyırıp bacaklarıma her yerime sürdüm bulamacı. Sonra da lotus oturuşu ile hengamenin ortasına kuruldum. Sessizce nefes alıp vermeye başladım gözlerimi kapatıp.


Tüm vücudumu karıncalar sinekler kaplamıştı. Arıların gelmesi de uzun sürmedi. Bi kaç tanesi soktu ama yerimden kımıldamadım. Zevk içinde inledim. Doğanın bedenimde gezinmesi, yeni olasılıklara kucak açması içimde tarifsiz keyifler tutuşturuyordu. Ara ara gözlerimi açıp ortama bakıyordum. İnanılmazdı. Tam bir jungle gibiydim. Envai çeşit böcek üzerimde geziniyor sevinç içinde bacaklarını birbirine sürttürüyordu. Doğanın, evrimin, hayatın bir parçası olmaktan gurur duyuyordum.


Annemin çığlığı bowling salonunu inletti. “Bey yetiş!!! Evi böcekler basmış!” “Kimsenin bi yeri bastığı yok anne. Lütfen olayları saptırma. Her şey bowlinge gönül vermemle başladı. Böcek dostlarım da beni izlemeye geldiler.” dedim. Babamın mağluplara özgü, özgüven eksikliği hissedilen küfürleri labutlara çarpıp sineklerin kanat çırpışlarından sekerek kulaklarımda patladı. “Lan sen ne diyon gene!!! Seni böcek gibi ezerim laaaan!” Hakkı vardı. İstese ezebilirdi ve bu hiç iyi değildi. Babamın koridordaki Servet deparını görünce derhal ayağa fırladım. Ayağa kalkar kalkmaz ayaklarım yerden kesildi ve acemi bir buz patinajcısı gibi gerisin geri yere kapaklandım. Her yerime cam parçaları girmişti. Bazı böcekleri ezdiğimi görüp saniyeler içinde onlar için yas tuttum. Yerde duran aşörtmenimi kapar kapmaz balkona kaçıp kapısını kapattım. Babam balkon kapısının camlarına gelmiş yumrukluyordu. Annem “Ayvalıktan yeni gelmişti o zeytinyağı ühühü” dedi. Babam “Lan elbet sen o balkondan içeri gelecen. İşte o zaman ben gösterecem sana dünyanın kaç bucak olduğunu!” dedi. “Gerek yok baba, ben zaten biliyorum dünyanın kaç bucak olduğunu, 7 adet anakara var dünyada. ” dedim gülümseyerek. Babam bunu duyunca artık anlaşılmaz sesler çıkarmaya, balkon kapısının camında garip görüntüler vermeye başladı. Onu öylece bırakıp balkonun en uzak köşesine, kapıdan görülemeyen köşesine doğru tırıs tırıs ilerledim.

Annemin hiç durmayan serzenişlerinin eşlik ettiği, ara ara bana oğlum iyi misin seslenmeleri ile bölünen, saatlerce süren temizliğinden sonra bowling salonu kullanıma tekrar açılmıştı. Güneş batmıştı. O gece balkonda kamp kurmaya karar verdim. Ev tekin değildi. Karanlıklarda bir yerde babamın bana pusu kurduğunu hissedebiliyordum. Ayaklarımdaki ve kollarımdaki cam parçalarını çıkardıktan sonra mikropları öldürmek için üstüne işedim ayaklarımın. Kollarıma da işemeye çalıştım ama tazyiğini yitirdi. Ben de tekrar ayaklarıma işedim. Sonra yere uzandım. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Uzayın karşısında ne de küçüktük hepimiz. Burnumun ucunda bir karınca durmuş o da göğe bakıyordu benimle beraber. O daha da küçüktü. Onu görmek için zorladığım artık şaşı olmuş gözlerimden bir damla yaş süzüldü. Karınca gözümden süzülen yaşı bişey sanıp yanaklarıma doğru peşi sıra hızlandı. Hayat devam ediyordu ve bu çok güzeldi. Aşörtmenimi koltukaltıma kadar çekip, cenin pozisyonu alarak uzayın içinde uykuya daldım…

0 söyleyeceklerim var:

Yorum Gönder

| Top ↑ |