21 Kasım 2009 Cumartesi

İKİ

Gözlerini ezen ağırlık, perdeden sızan ışıkla buluştuğunda vücudunun bir kat daha deri giydiğini zannetti. Çok geçmeden kıyamet gününün gelip çattığını fark etti. Kıyamet günü diyordu çünkü, görünmez yuvarlak görünür şişliğe ulaşmıştı. Kıyamet günüydü çünkü, şişliğin gökten zembille inmesinden sonra suratlara giyilen tavırlar, zoraki kahkahalar, duvarsı bakışlara gömülecek; misafirliğe gelen bisküviler taş olup kafada kırılacak, peluş yastık, ipek gecelikler güvelerce kemirilecekti. Kıyamet günüydü çünkü, artık iki kere giyinecek, iki kere susayacak, iki kere ağlayacak ve defalarca lavaboya koşacaktı. Muhtemelen merkez şehirden gelen telefonlar surata kapanmakla kalmayacak, o surata tükürecekti de. En fenası da sorgusuz sualsiz gelen ve sorgusuz sualsiz giden paranın bir daha soru sualle dahi gelemeyecek olmasıydı. Nihayetinde ortada bir kız-kadın, bir bebek-piç, bir adam-baba yoktu. Bir zamanlar vardı –tam da olmaması gereken zamanda- artık olmayacaktı. Aynaya baktı önce, sonra dayanamayıp kafasını çevirdi. Her şeyi bu kadar açık seçik görmeye tahammülü yoktu. Göz ucuyla diğer tarafta bulunan pencerenin camındaki silik görüntüsüne baktı. Dağınık saçları, yaşamındaki karmaşanın yansımasıydı adeta. Gittikçe donuklaşan bakışları, aylarca süren hıçkırık saatlerinden sonra benimsediği gamsız ruhunun gören hali olmuştu. Ellerinin arsız titremesi, sarkak yürüyüşü, dengesiz soluk alışverişleri sırtındaki kambura binmişler, karnındakiyle birlikte hayatını yalpalayarak geçirmesine el vermişlerdi. “Sıkışıp kalmışlığının vesikası, benim suretimle eşleşmesin” diye mırıldandı dudaklarını zorla açarak.
Dilediğince mühürler bağlasın, yine de aklında düşünemediği ağzına düşmüştü. Onun karnını yırtmasına, dünyaya nefes katmasına izin vererek özgürleşeceğini, cesaretin ta kendisine meydan okuyacağını düşünsün; < kadınlık gururunun> örselendiği fikri çomak sokuyordu bilincine inceden. Halbuki, bütün aidiyetlerden, kutsanmış gerçeklerden, kutsal kitaplardan, meyden ve neyden arınıp paklanmıştı – kendi kirli sularında-. Şimdi fark ediyordu. Günlüğünde mürekkebe bulayıp akıttığı sözcüklere dahi, riya bulaşmıştı. Gerçeği kendi gözlerinden dahi öteleyip, yeryüzünün doğurduğu karanlığa gem vurmaya çalışmıştı beyhude. Acziyeti, teninin en kuytusunda dahi hissetti.
Çeyrek asrı üç geçe, yakalandığı bu amansız illet, kadınlığının çeşitli evrelerinde yaşadığı üst üste gelen uyanışları yerle yeksan etmişti. Tek tek üstlendiği roller, üzerine geçirdiği kostümler, direnerek aldığı kararlar, ellerini tersine açıp vazgeçtiği dualar, sığındığı damın saçağını bozma pahasına söktüğü derin inançlar, eylemler, ağız kenarlarını yırtarcasına koyverdiği bağırışlar, her bir simgeye kurban olan eller, postallar, topuklu pabuçlar, kuyulara ettiği itiraflar, ilk kan, ikinci kan, büyülü geceler, büyüsüz geceler, gizlerini arkasına sakladığı gözleriyle övünen bir kadın, özgürlükle esaretin ayrımını dolambaçta kaybeden bir akıl, kamburuna inat dik yürümeye çalışan bir beden… bir zamanlar yoğun anlamlarla bezenmiş her sözcük, pahada yüksek her rakam ve çizgileri ucu ucuna yetiştirmeye çalışan her nokta bir kadın ve bebeğin yarattığı yuvarlak bir karanlıkta yitirildi.
Bir pencerenin hafif buğulanmış silik görüntüsünden geçip gitmiş, geçmekte ve geçecek olan yaşam parçaları birkaç dakika içinde bu şekilde peyda oldu. Hızla geçen kareler tıpkı onun kadar acımasızdı. Bir melek, bir prenses, bir gelin olmayı düşlediği zamanlar ki, yüklediği sonsuz merhametten kırıntılar aradı kıyıda köşede. Belki de doğduğu andan saçmaya başladığı bu sonsuz kaynak tükenme noktasına geldiği için bir başka doğum bitişi başlangıca çevirmeye yetişti. < kadınlığın erdemleri> diyerek sıraladığı maddeler, sigarasının külüne bulaşmış şekilde duruyordu masanın üstünde. “ dünyanın en büyük zırvalığı bu” diye düşündü o an, birkaç dakikaya kadar kutsadığı kağıt parçası için. Şimdi oldukça eski satırların arasında kaybolmuş bir anısı belirdi odadaki tüm karalanmış, yırtıp atılmış karalama kağıtlarının yüzeyinde. Babasının karın uzak bir düş olduğu şehirde, yağan ilk karı göstermek için şefkatle öperek uyandırdığı o sabahı anımsadı, elini karnının üzerinde şefkatle gezdirerek. Babasının silüeti, zihninin derinlerindeki kara listeden çıkıp, kar gibi yumuşak, kar gibi beyaz bir surete dönüştü ve karşı duvardaki çerçevede buldu kendini. Bebeğini kuşandığı silahları sakladığı cephaneden soyutlayıp göğsünün alt köşesine sakladı sıcacık. Değerlerini bulma yolunda, değerlerini kaybetmiş, doğrularını karıştırmış biçare bir kadın gördü kendinde. Ancak bir ergenin sigaraya başlamasının özentisiyle eşdeğerdeydi eylemleri. Meyi neyi ayrı ayrı ne kadar özlediğini fark etti. Bir kar yumuşaklığı yokladı içini. Nihai ikindi bunalımları son bulmak üzereydi. Umutsuzluğun umuda dönüşmesi ya geceyi buluyordu ya da sabahın bir körünü çünkü. Bir vazgeçiş değil; yeni bir uyanış, bir yeni arayış…zihni durmazcasına dönüyor, bozuk bir plak olmaktan çıkıp, pikapta doğru çalmaya başlıyordu.
Hafif soğuk bir sabah, buz gibi soğuk bir hesaplaşmayla paralel koyvermişti kendini güne. Bir kağıt arandı etrafında. Hiç temiz yaprak görünmüyordu. Sonra daha önce hiç kullanmadığı eski bir defterin ilk sayfasına, daha önce hiç etmediği yeni cümleler yazdı.
‘kızım/oğlum,
Ben tutsak, korkak,güçsüz annen. Varlığın varlığımı yıkmak üzere. Nefesim ikimize yetmiyor zira bedenimi büyütürken, benliğimi küçülttün.
Ancak hiç doğmadan benden daha zekisin. Öyle olmazsa bilmez halinle bilir halime yaşamı anlatabilir miydin? Seni, ahmakça, dünyaya silah olarak kullandığım için beni affet. Ancak baban değil annen olduğum için direnmek zorundayım. Direnişim seninle güçlenip, seninle özgürleşecek. Şimdi farkındayım.
Ben özgür, cesur, güçlü annen. Kanın kanımı yeniliyor. Elbette bir geç kalmışlığın bir suçlusu var. Suçlu kim? Muhtemelen suçlu onlar. Suçlarını asla kabul etmeyecek olanlar. Belki de biri annen…
Bir zamana dek hoşça kal.’

0 söyleyeceklerim var:

Yorum Gönder

| Top ↑ |